Bilgi Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat ile Sanat ve Kültür Yönetimi bölümlerinde full time öğrencilik yapmakta. Arta kalan vakitlerinde kitap çevirir, çizer, felsefe ve çağdaş sanat ile ilgilenir. Yaptığı en havalı şey dört başı mamur bir yapay dil yaratmış olmaktır. 98 senesinden beri kişiliği durmadan değiştiği için kendisini tanımlamak ve tanıtmakta pek iyi değildir (aynı sebepten Montaigne sevici).

Kendini yetişkin olarak kabul etmenin hemen öncesinde, bu hayatı nasıl yaşamak istediğimize karar vermeye çalıştığımız bir dönemdi. Göçebelik duygumuza sarınarak yaşıyorduk. Biteceğini, daha iyi bir zamana gideceğimizi umduğumuz, henüz vaad edilen topraklara ulaşmadığımızı düşündüğümüz zamanlardı.

 

Önümde on iki adet siyah beyaz fotoğraf duruyordu ve Özlem Şimşek’in gençliğine bir tür veda busesi olarak kurguladığı “Kendine İyi Bak” serisine dair bu metne gözüm takılmıştı bir süre. Oldukça kişisel bir hissin ifadesi olsa da, gençlik dönemine dair, bilinmeyenin özlemini duymayı ve bir şeylerin tam ortasında olmayı da yansıttığı ölçüde ortak yaşanmışlıklar ve kaygıları de içeriyor gibi gelmişti bana. Bu kelimelerin yazılmasından on beş sene sonra, o dönem metni yazan Şimşek’le şuanda o metni okuyan ben, hemen hemen aynı yaştayız ve görünüşe göre göçebelik isteği ve yaşama dair o endişe baki olsa da değişen ve dönüşen bu yeni gerçeklik içerisinde onların da anlamları karmaşıklaşmış, hiç olmazsa farklılaşmıştı. Bu sebeple çok da ilginç olmayan, ama tamamen doğal da olmayan bir şekilde büyük ölçüde pandemiyle tanımlanan kendi yirmili yaşlarımı düşündüm.

Bu noktada aklıma, insanın “dönemlerini” günün vakitleriyle kodlayan Sfenks’in bulmacası[1] geliyor. Sabah, öğlen ve akşam insanın çocukluğuna, gençliğine ve yaşlılığına denk düşüyor bu bulmacaya göre. Ve aynı şekilde bu üçlü düzen, zaman anlayışımızda da karşılığını buluyor: geçmiş, şimdi ve gelecek’te. Gençlik, öğlen ve şimdi, şeylerin hem ortası hem de zirve hali olarak beliriyor. Eğer bu oluş ve geçiş anınıza, gençliğinize, tüm gerçekliğinizi kasıp kavuran bir pandemi sırasında denk geldiyseniz— daha doğrusu, bir pandemi sizin oluş ve geçiş anınıza denk geldiyse— kendinizi hem sabaha, hem öğlene, hem akşama dair varoluşsal bir sancı, devamlı bir sorgulama halinde bulmanız oldukça muhtemel oluyor.

 

Özlem Şimşek, “Kendine İyi Bak”, 2006

 

Yalnızca hayatı nasıl yaşamak istediğinize değil, aynı zamanda kendinizi nasıl inşa etmek istediğinize de karar vermeye çaıştığınız bu dönemin bireysel kafa karmaşası yetmezmiş gibi bir de o bireyselliği çevreleyen yaşantının ta kendisinin, tüm düzenin, beklenmedik bir noktaya evrilmesi, anlaşılmaz ve kaotik bir kaypaklığa bürünmesi kimlik kaygısının tuzu biberi oluyor adeta. Tam da güneş açmışken izole, sosyal mesafeli ve türlü kontrol mekanizmaları altındaki yaşamda güneşin söndürüldüğü ya da en azından ışığının baltalandığı fikri, kişinin zoom’a girme sıklığıyla doğru orantılı olarak akla geliyor. Dış mekan yerine iç mekanın, çokluk yerine tekliğin, yakınlık yerine uzaklığın tanımladığı ve ürettiği benliklerimizde göçebelik hissinin, değişimin beklentisinin tam olarak nerede durduğu, nasıl bir anlam kazandığı da belirsizleşiyor. Yine de, yaşamın devamlılığı için gerekli bir yer değiştirme pratiğini işaret eden bu kavramı, varoluşun fiziksel ve mekânsal olarak sınırlandırıldığı bir zamanda ele almak paradoksal gibi gözükse de zorlayıcı ama verimli bir girişim olarak düşünülemez mi?

Bu noktada Şimşek’in gençlik halinin merkezine koyduğu göçebelik duygusu zamansal ya da mekânsal bir değişimi ifade etmektense yolda olmayı işaret ediyor bana. Aklıma sosyal medya akışımı sonsuz kere yenilerken karşıma çıkan, ve bir anda çoğu şeyden fazla anlam ifade eden bir alıntı geliyor: “Değişim değilse, hareket[2]”. Hayatın canlılığını yitirdiği, kapanmanın, korunmanın, monotonluğun, bir manada hareketsizliğin günlük varoluşun kararlı parçaları haline geldiği bir dönemde, bu “öğle vakti deneyimi”nin ve bunun uzantısı olarak benliğin bir değişimin beklentisiyle değil, sürekli bir hareketlilikle tanımlanması ve üretilmesi geçen zamana ve değiştirilemeyenlere ağıt yakmaktan daha iyi bir fikir gibi durmaya başlıyor böylece. Bulmacanın eşdeğer tuttuğu “şimdi” ve “gençlik” kavramları ile “hareket” düşüncesi de birleşiyor ve iç içe geçiyor zihnimde. Hepsini aynı anda ve bir bütünlük içerisinde algılamaya başlıyorum. Bu, farklı bir tür gençlik ve gerçeklik anlayışına işaret ediyor. Çeşitli kısıtlamalara ve geleceğin belirsizliğine karşı, var olan tek zaman içerisinde, şu anda, küçük ama devamlı ve çeşitli hareketlerle anlamlandırmaya çalışıyorum kendimi ve yaşantıyı. Şimşek’in göçebelik hissine sarınması gibi ben de zihinsel veya bedensel veya duygusal harekete, ve şimdiye sarınıyorum. En azından, önümdeki siyah beyaz fotoğraflardaki temsilin görünenlerden öte ruhun kendisi olduğunu, gençliğe dair hislerin görüntünün hareketinde ve bulanıklığında ifadesini bulduğunu düşündükten sonra zihnimden geçenler az çok bunlar oluyor.

 

 

[1] “Hangi varlık sabah dört ayak üstünde, öğlen iki ayak üstünde ve akşam üç ayak üstünde yürür?”

[2] “If not change, then movement.”