Bu yıl Documentarist 14. İstanbul Belgesel Günleri çok özeldi. Aylar sonra filmleri yeniden sinema salonlarında izleme şansı bulduk. Salon kararıp, perdede karakterler görünmeye başlayınca ne büyülü bir yolculuğa çıkarmışız meğer. Ben bunun tadını yıllarca çok yaşadım. Benim için İstanbul’un film festivali cumartesi günü öğlen seansında Emek Sineması’nda başlardı. Festivaller sadece film izlemek için miydi? Tabii ki değil. Dostlarla karşılaşırdık, belki iki film arası bir yemek, belki bir kahve sohbetlerimize eşlik ederdi. Bu sayımızda temamız “Yolculuk” ve ben yazımın daha ilk paragrafında nasıl da geçmişe bir yolculuk yaptım. Eminim sizler de okuyucular olarak kendi yolculuğunuzu yaşayacaksınız. Kendimden biliyorum. Bazen bir makale, bazen bir söyleşi, bazen bir kitap, bazen de bir film beni nerelere götürmedi ki…
Documentarist 14.İstanbul Belgesel Günleri’nin programı bu yıl her zamanki gibi çok zengindi. Festivalin sanat yönetmenliğini eleştirmen ve belgeselci Necati Sönmez’le birlikte yapan Emel Çelebi’yle konuştuğumda önceleri festivali salonlarda yapıp yapmamak konusunda kararsız olduklarını ama sonradan gelen desteklerle de festivali fiziki yapmaya karar verdiklerini söylemişti. Festival bittiğinde tekrar konuştuk: “İyi ki yaptık. Festival bizim için büyük moral ve özgürleşme duygusu verdi, biz de varız, kendi sevdiğimiz şeylerle de uğraşmaya hakkımız var düşüncesi çok güzel moral oldu” dedi. Olmaz mı, hem de nasıl oldu. Her seneki gibi Aynalı Geçit Etkinlik Merkezi’ni festival ofisi olarak kullandılar. Oraya her gittiğimde Documentarist ekibini bir şeylerle uğraşırken görmek ne kadar özlediğim bir duyguymuş meğer.
Festivaller birleştirir, festivaller sadece filmlerle insanları bir araya getirmez, sinemacılarla izleyicileri de yüz yüze bir araya getirir. Eski dostlarla karşılaşırız, yenilerini ediniriz. Bir filmi izledikten sonra sinema salonunun merdivenlerinde o film hakkında tanımadığımız diğer izleyicilerle konuşmak, yorum yapmak ne güzel ne değerli duygularmış meğer. İşte bu yıl Documentarist ekibi bize bunu dolu dolu yaşattı. Tabii ki maskelerimizle. Tıpkı Emel’in festival sonrası dediği gibi: “Bir festivalin ait olduğu yer salonlar. Hem seyirci hem de festivali organize edenler olarak bizim için de öyle.” Öyleydi gerçekten.
Ben bu yazımda sizleri Lübnanlı kadın belgeselci, Documentarist 14.İstanbul Belgesel Günleri’nin onur konuğu Eliane Raheb’le tanıştırmak istiyorum. Filmleri Rotterdam, San Sebastian, Berlinale gibi büyük festivallere seçilmiş, özellikle Lübnan halkının yakın geçmişte yaşadığı birçok politik travmayı ele alan filmleriyle tanınıyor. Onun sinema derslerini dinlemek özellikle bir ülkenin politik durumu bir sinemacıyı eserlerinde nasıl etkiler, bu açıdan çok önemliydi.
Sevgili Eliane ile önce Fransız Kültür Merkezi’nin Taksim’deki vaha olarak nitelendireceğim bahçesindeki kafede bir kahve içimi konuştum. Sonra festivalde yer alan belgesellerinden Miguel’in Savaşı’nı (Miguel’s War) izledim. Belgeselin kahramanı Miguel Jleilaty ile gene Fransız Kültür Merkezi’nin bahçesinde yapılan söyleşiye katıldım. Bunlar o kadar iyi geldi ki ne havanın sıcaklığı ne dışarıdaki trafik yoğunluğu ne de başka bir sürü olumsuzluk… Hepsi aklımdan çıktı gitti. İşte sinemanın gücü. Salon kararır ki biz perdeye yansıyan ışığın bize getirdiklerini görelim ve ondan sonrası hayal dünyamızın yollarına çıkma zamanı.
Önce Eliane Raheb’i tanıyalım.
-Neden film, neden belgesel yapıyorsunuz?
Film yapmaya kurmaca kısa filmlerle başladım. Bir süre sonra belgesel yapmaya karar verdim çünkü iki nokta vardı. Birisi kurmaca film yapmak pahalı ve ayrıca belgesel bizim bölgemiz için daha anlamlı bir tarz. Bölgemizde anlatacak çok hikâyemiz var. Çok fazla paramız yok, kurmacaya belgesel yoluyla ulaşabiliriz, tersi değil. Bazen gerçekler kurmacadan daha büyük. 2002’de ilk filmimi yaptım, So Near Yet So Far. Bu film Filistin’deki İkinci İntifada’dan sonra geldi. İkinci İntifada sırasında, babasının kollarında öldürülen bir çocuğun görüntüsünden yola çıktım. Bu planlanmış bir hikâye değildi. O filmi çekerken bir yolculuk yaptım. Bu filmle sadece belgesel çekmenin değil aynı zamanda kurgunun da bir yolculuk olduğunu gördüm. İlk kez politik olduğumu gördüm, filmi yapmak bir şeyi göstermek demek. Bütün bu görüntüleri görürken ben kimim diye düşünerek insan kendi kimliğiyle de bir yüzleşme yaşıyor. Bir şeyi göstermek ya da bir şeyi değiştirmek için film yaptığımı hissettim. 2003’te Amerika Irak’a girdi. Hiçbir şey yapamadık. Bu sefer Suicide isimli kısa belgeselimi yaptım. Bütün Irak’tan gelen görüntüler karşısında ben ne yapıyorum diye düşünüp o ilk kısa belgeselimi yaptım. Kamera başkalarına dönüktü. Daha sonra kendi ülkemde neler oluyor, bunu göstermek için Lübnan’ın sekter yapısını da sorgulayan bir film yaptım: This is Lebanon. Bu kez kamerayı kendi aileme de çevirdim. Yaptığım yaşananlara bir ayna tutmaktı. İlk defa soru sormaya başlamak istedim ve ailemi anlamaya çalıştım. Sorum şuydu, neden hep aynı iç savaşı yaşıyoruz? Filmi yaparken tarihin tekrarlandığını görünce “Anlamaya çalışma, bu Lübnan” demek istedim. 2008’de gene bir iç savaş yaşadık, gerilim çok büyüktü, bir hafta sürdü. Ofisimizde çalışan genç bir üniversite öğrencisi bir hafta boyunca yok oldu. Dağdaydı, işe gelemedi. Nasılsın diye sorduğumuzda öldürdükleri insanlardan bahsedip “Onların kulaklarını kestik” diyordu. “Neden bahsediyorsun sen!” dedim. Normal bir üniversite öğrencisinden bir katile dönüşmüştü. Bundan çok etkilendim. Gerçekten bu savaşı yaşamış, öldürmüş insanlarla ilgili bir şeyler yaparsam, onlar açıkça konuşurlarsa, itiraf edeni gösterirsem belki yeni nesiller savaşmaktan vazgeçer diye düşündüm.
-Filmlerinizde klasik belgeselden uzak, gerçeğin kurmacası üzerine formlar deniyorsunuz ya da Miguel’in Savaşı’nda olduğu gibi canlandırma, hatta tiyatroyu da kullanıyorsunuz. Oldukça yaratıcı tarzları denemekten kaçınmıyorsunuz. Tarzları birbirinin içine yedirirken oldukça başarılısınız. Bunun nedeni nedir?
Uykusuz Geceler – Sleepless Nights filmimle karakter odaklı filmler yapmaya başladım yani spesifik bir karakterin hikâyesini anlatmaya başladım ama karakterler çok karmaşıktı. Paralel hikâyelerdi ama her hikâyenin farklı katmanları vardı. Bunları anlatmak için kurmacadan faydalandım. Miguel’in Savaşı’nda da karakterim çok katmanlı bir kişilik. Onun rol yapmak isteğinden filme tiyatro girdi. Onun kendini bir diva gibi hissetmesi de filmi etkiledi. Kendi ailemi işin içine soktum çünkü filmin bir yansıtma, aynalama etkisi olduğunu da düşünüyorum. Bu da yönetmen olarak benim yolculuğum. Orada Miguel’in annesini göstermek istedim ama gösteremeyecektim. Ben de onun yerine kendi annemi koydum. Miguel’le ortak yanlarımızdan biri de aslında ikimiz de toplumda farklıyız. Ben de gençken gerçeklerden kaçmak için yazıyordum örneğin.
-Karakter odaklı filmlerde nasıl çalışıyorsunuz?
Eğer karakterinizle birlikte yaşamazsanız, sadece söyleşiler yaparsanız izleyici filminize inanmaz. Karakterinizin değişik durumlarını görün. Bu filmi bitirmek ben Miguel’i tanıdıktan sonra çok zaman aldı. Yaklaşık beş yıl sürdü.
-Peki Miguel Jleilaty’nin filmini yapmaya nasıl karar verdiniz?
Onu tanıdıktan sonra ilk buluşmamızda Miguel bana hayat hikâyesini anlatırken konuşmadı adeta kustu. Homoseksüel bir Lübnanlı olarak, dindar bir ailede doğmuş ama ana akım yoldan farklı bir hayatı seçmiş bir erkek olarak hayat hikâyesi çok etkileyiciydi. Kendini korumak için birçok katmanı olan bir soğanı soymak gibi bir yolculukla onu tanıdım. Lübnan’da gösterebileceğimi düşünmediğim bu film Miguel için bir özgürleşme oldu. Yıllar sonra, İspanya’da yaşamak üzere terk ettiği doğduğu topraklara döndü.
-Anlıyorum, yaşadığınız sadece İspanya’dan Lübnan’a saatler süren bir yolculuk değil, yıllar içinde bir geriye dönüş aynı zamanda.
Hem öyle hem de onu tanıdığımda bir şeyleri değiştirmek istediğini anladım. Çok konuşuyordu, kendisini özgürleştirmek istiyordu ve ben onun hakkında bir film yapmam gerektiği duygusunu hissettim.
-Filminizin çekimlerinde hatta ilk tanıştığınızda Miguel’le gerilim dolu günler yaşamışsınız. Bunların üstesinden gelip filminizi nasıl tamamlayabildiniz?
Filmi yönetmek, yapımcı olmak hatta kurguyu yapmak, hepsi benim elimden çıktı. Büyük bir işti. Bir de Miguel’le gerilimli zamanlar. Eğer film yapmak sizin için tutkulu bir iş değilse yapmayın. Ticari filmler tabii ki yapılabilir ama yönetmen filmi yapmak istiyorsanız yeterince tutkulu değilseniz yapmayın. Çok zaman alıyor, pahalı bir alan. Film yapmak için paraya ihtiyacınız var. Titreyen bir kamerayla film yapılmaz. Çok para gerekiyor. Çok zor bir işti. Gelmesi gereken fonları alamadık. Sonuçta mutluyum ama bugün tekrar bu tür filmler yapmak istiyor muyum, iki kez daha düşünürüm.
-Politik olarak oldukça çalkantılı bir geçmişi ve bugünü olan ülkenizi terk etmeyi hiç düşündünüz mü?
Hayır.
Bu yanıtı verirken Eliane’ın son derece kararlı ses tonu dikkatimi çekiyor.
-Kalmak zor olmalı.
Zor evet. Miguel’in Savaşı filmini Lübnan’da göstermek zor hatta şu an imkânsız.
Şimdi üzerinden zaman geçince düşünüyorum da ülkesinde ve bölgede yaşanan politik olayların etkileriyle filmler çeken, kendi ülkesinde film festivali düzenleyen, sinema dersleri veren bir insana bu soruyu sormak çok da anlamlı olmadı. Ülkesinde bir şeyleri sinema yoluyla değiştirmek ya da en azından farkındalık yaratmak isteyen birine bu soruyu sormamalıydım belki de. Soruyu sordum ama yanıtı beni şaşırtmadı.
Eliane Raheb’in Miguel Jleilaty ile film çekmesi de çok anlaşılır. Bir araya gelmeleri bir şans değil. Eliane Raheb ile karşılaştıklarında ve Eliane’a hayat hikâyesini anlattığında beş yıla yayılacak, onun da bir filmle özgürleşme yolculuğu başlamış oluyor. Miguel’in Savaşı askeri bir savaşı anlatmıyor. Tutucu Katolik bir babayla Suriyeli otoriter bir annenin oğlu olarak yaşamına sağcı Hıristiyan, toplumdaki tüm tabuları takip eden bir ailede başlayan Miguel ana akımın gösterdiği erkeklik rollerini yaşayan bir çocuk olmuyor. Buna rağmen iç savaşta savaşıyor. Eliane da ana akımın yollarında yürüyen Lübnan’daki geleneksel rollerde yaşayan diğer kadınlar gibi olmadığını ve bu anlamda filminin ona da bir ayna tuttuğunu söylüyor, izleyen birçoklarına olduğu gibi. Örneğin Berlinale’de filmin sonunda birçok izleyici benim hikâyemi anlatmışsınız diyerek yönetmeni kutlamışlar.
Miguel, başlarda yaşadığı derin aşağılık kompleksiyle kendini savunup, var edemiyor. Hatta gençlik yıllarında içinde bir şeytan olduğunu düşünüyormuş. Aslında on beş on altı yaşlarındayken bu filme daha çok ihtiyacı olduğunu söylüyor. “O yaşlarda böyle bir film izleseydim benim için hayat değişebilirdi. Bu yüzden bu filmde olmak istedim. Gençlere umut vermek için. Hiçbir toplumun, hiçbir geleneğin, hiçbir dinin eğer ana akımda değilsen senin içinde şeytan var demeye hakkı yok” diyor. Eliane ise şöyle ekliyor: “Miguel’in yansıttıkları toplumu yansıtıyor. Sadece o homoseksüel olduğu için değil, biz de o toplumun insanı değiliz.”
Sanırım Miguel Jleilaty’nin Documentarist kapsamındaki söyleşide kendisini “Diva” olarak tanımlaması bu filmin çekim sürecindeki tüm yorgunlukları hem yönetmene hem de kendisine unutturmuştur. İşte bir karakterin kendisi hakkında yapılan belgeselle özgürleşmesinin hikâyesi bu tanımda gizli.