Adım Sümer, belki bu yüzden eski uygarlıklar her zaman ilgimi çekmiştir. Neyse, asıl konu günlerdir süren kavgamız.
“Alaçatı.”
“Likya Yolu.”
“Alaçatı.”
“Likya Yolu.”
“Yeter be! Naparsan yap! Bana ne?”
Dedi Burak ve kapıyı çarpıp çıkıp gitti. Ben ağlamaya başladım. Erkekler hep böyle yapar. Ben bunu çocukluğumdan bilirim. Babam da kavgaya son vermek için kapıyı çarpıp çıkardı, abim de.
Ağlamak kalır kadına… Hayır, yok böyle bir kural. Yüzümü yıkadım, yanaklarıma ve dudaklarıma pembe sürdüm, gözlerime kara kalemle incecik bir çizgi çekip aynaya baktım. Güzelim işte gene, ağlamış suratlı kadınlara inat.
Elimdeki işi bitirip firmaya e-mail attım. Sırt çantamı toparlayıp çıktım evden. Yokuştan inip caddeye çıktığımda İstanbul’un inşaat gürültüsü ve karmaşası kendi içinde erimeye başlamıştı bile. Nereye gideceğimi biliyor, hedefe kilitlenmiş ilerliyordum.
Yıllardır istediğim bir gezi vardır; Likya Yolu. Burak yürüyüş sevmez, sörf yapmayı sever. Biz bu nedenle bütün tatillerimizi Alaçatı’da geçiririz. Burak, martılar gibi suyun üzerinde süzülen sörfçülere katılırken ben biraz yüzer, biraz okur ama daha çok onları izlerim. Likya Yolu hep aklımdadır. Yüzyıllar önce Likyalılar tarafından açılan bu yolda yürümek isterim. Elbette tümünü yürümeyi göze alamam.
Fethiye – Antalya arası kimbilir kaç kilometredir ama hiç değilse bir bölümünü başarabilirim. Daha birkaç gün önce bir yürüyüş grubunun bu parkuru hazırlayıp, kırmızı beyaz çizgilerle işaretlediğini okumuştum.
İşte şimdi tam zamanı, artık mutlu et kendini Sümer, kimseye hesap verme, canın ne istiyorsa onu yap. İlk uçakla Dalaman, ilk minibüsle Ölüdeniz ve ilk bulunan pansiyonla birlikte değişen dünya seni bekliyor. Unutulmasa da sana erişemeyen kavgayı umursama!
Begonvil kaplı bir pansiyon burası. Kapılardan, camlardan içeri mor renkli çiçekler doluyor. Bahçede, ağustosböcekleri durup dinlenmeden kırt kırt kanat sürtüyor. Çam ağaçlarının altı bu sesle dolup taşıyor. Odam kuzeye bakıyor. Toroslar’ın etekleri uzaktan seçiliyor.
“Akşam yemeği saat yediden sonra havuz başında, ister misiniz?” diyor hanım hanımcık, saçları arkadan tek örgülü genç bir kız. Gülünce bir dizi beyaz diş parıldıyor dudaklarının arasında.
“İsterim” diyorum ben de gülümseyerek. Artık sadece yarın var aklımda. Sabah erken uyanıp, Likyalılar’ın açtığı yoldan onların adımlarını izleyerek yürümek. Tutkulu bir düşün gerçeğe dönüşmesi olacak bu, heyecanlıyım.
Sabah serinliğinde çıktım yola, diye başlamak istesem de, öyle olmadı. Kaynar suyla yıkanıyor gibi bir başlangıç oldu. Daha ilk beş dakika dolmadan ter içinde kaldım. Arılar, sinekler saldırdı dört bir yandan. Kollarıma bacaklarıma hatta yüzüme sprey sıktım. Yol hep rampa, adımlarım giderek ağırlaşıyor. Kayaların gölgesine sığınıyorum. Aşağıda deniz, güneşin altına sere serpe uzanmış şımarık şımarık sırıtıyor. Birkaç saat sonra, yaşlı bir zeytin ağacına rastladım ve ne kadar dermansız kaldığımı fark edip yamacına çöküverdim. Orada öylece otururken tozların arasından çıkan iki kişinin bana doğru geldiğini fark ettim. Bellerine doladıkları kumaş, üstlerindeki mintan, uzamış saçları sakalları, kaşları, kirpikleri her yanları toz içindeydi.
“Merhaba” dedim.
“Merhaba” dediler.
“Neden böyle toz içindesiniz?”
“Çok uzun yoldan gelen iki işçiyiz.”
“Nereden gelirsiniz, ne iş yaparsınız?”
“Sidyma’dan geliriz. Orada zeytinleri ezdik yağını çıkarttık, üzümleri ezdik suyunu çıkarttık. İşimizi bitirince Letoon’a vardık.”
“Orada ne yaptınız?”
“Kâhinler ve tapınaklar şehri Letoon’da tanrılara şükranlarımızı sunup, yakardık. Şimdi evimize dönüyoruz, Ksantos’a. Kadınlarımız ve çocuklarımız bizi orada bekler. Ya sen kimsin, bizim yolumuzda ne işin var?”
“Ben buradan geçen bir gezginim.”
“Neden böyle garip giyimlisin? Kadın mısın, erkek mi?”
“Ben kadınım, bu benim yol kıyafetim.”
“Ne iş yaparsın?”
“Çevirmenim.”
“O ne işe yarar?”
“İnsanların anlaşmasını sağlar.”
“Buraya nasıl geldin?”
“Havayoluyla çok uzaktan. Yürümek aylar sürer.”
Öylece susup kenarda bekleyen öteki toz adam, arkadaşını itip bana doğru birkaç adım attı ve konuşmaya başladı:
“Bak ben anlamadım, sen in misin cin misin, ancak biz gururlu insanlarız. Bizimle alay edilmesinden hiç hoşlanmayız. Benim atalarım onurları uğruna koskoca Ksantos şehrini yakmış kişiler. Sen yalancı ve alaycısın. Bence sen kılık değiştirmiş bir büyücüsün. Bu yüzden seninle daha fazla konuşmayacağız. Yürü Goer gidelim, konuşma bununla, bizi efsunlayabilir.”
Toz adamlar arkalarına bile bakmadan toza karışıp hızla yok olup gittiler. Ben zor kalktım çöküp kaldığım yerden, su içip yürümeye devam ettim. Eski bir türkü bana eşlik ederken canlandım.
-Lokman Hekim gelse yaram azdırır, yaramı sarmaya yar kendi gelsin-
Sesim çın çın çınladı, yokuş yerini düze bıraktı. Patika, ağaçların arasından kıvrılarak beni bir meyve bahçesine getirdi. Sanki cennet bahçesi… Nar ağaçlarının arasında buldum kendimi. Dalları, kabuğu çatlamış olgun narların ağırlığıyla, neredeyse ağzımı açsam içine girecek kadar alçalmıştı. Tam elimi uzatıp bir tanesini kopartmaya niyetlenirken ağaçların arasından çıkan bir delikanlı elimi yakaladı.
“Sakın kopartma!”
“Neden?”
“O narlar çok ekşidir yenmez, nar ekşisi yapılır. Ben sana bal gibi tatlı nar veririm, hem incir de var, istersen…”
“İsterim.”
“Sizin grup geldi, Osmangillerin terasında kahvaltı yapıyor, gel seni götüreyim.”
“Bizim grup mu?”
Bir elimde nar ötekinde incir, delikanlının peşine takılıp Osmangillerin terasına vardık. Girişte ‘Kahvaltı 30 Lira’ yazıyordu. Teras çok kalabalıktı. Kulağıma çalınan diller arasında Türkçeye rastlamadım. Sanki dünyanın bütün dilleri bu 30 liralık kahvaltıya karışıyordu. Benim elime de hemen bir tepsi verildi. Delikanlı “İşte sizin grup!” diyerek dönüp gitti. O sırada fark ettim ben aslında bir uçurumun tepesindeydim. Birden içim bir tuhaf oldu. Dikkatle bakınca bizim terasın altında, çok aşağılarda denizi gördüm. Küçük koyda karıncalar gibi kıvıl kıvıl hareket eden insanlar vardı. Ben şaşkın bakınırken, “Hi, come here!” diye el ettiler. Yanlarına gidip masalarına oturdum. İstanbul’dan geldiğimi, İngilizce ve Almanca bildiğimi söyledim, hemen sohbete koyulduk ve başladılar anlatmaya.
Meğer burası Kelebekler Vadisi’ymiş. Birazdan uçurumdan aşağı inecek ve kelebekleri görecekmişiz. Kaplan kelebeği denilen tür sadece burada yaşarmış. Kanatları kırmızı, beyaz ve siyahmış. Bu olağanüstü görüntüyü izlemek için kimi ta Kanada’dan, kimi Hollanda’dan, kimi İngiltere’den, kimi İskandinavya’dan gelmiş. Kelebekleri görmenin tek yolu uçurumdan aşağı inmekmiş. Bu günlerde vadinin en dibindeki kaya oyuğundan çıkıp havalanırlarmış.
“Ne güzel, keşke ben de görebilsem” dedim.
“O zaman sen de katıl bize. Akşam bizi koydan bir tekne alıp Ölüdeniz’e götürecek.”
(Aslında son iki gündür ani kararlar vermek bana iyi gelmişti, neden olmasın dedim.)
“Ama ben uçurumdan inemem ki korkarım, hem de deneyimim yok.”
“O zaman bana güveneceksin. Ben Walter, Avusturyalı dağcıyım. Bilirsin bizim dağlar ünlüdür. Senin yanından hiç ayrılmam, gerekirse taşırım seni. Ayrıca korkacak bir şey yok inan. İniş parkuru kırmızı noktalarla işaretlenmiş. Dört halat geçişi varmış.”
“Ay, o da ne?”
“Zor geçişleri kolaylaştırmak için bağlanmış halat.”
Walter, Adonis kadar yakışıklı, onu izlemek bile insana zevk veriyor. Eminim bütün kızlar kucağına atlıyordur. Daha fazla nazlanamadım. Onun yakınlığı güneşin altında içilen bir bardak serin ayran gibi doldu içime. Hemen arkadaş olduk. Ne iş yaparsın, hangi şehirdensin, kaç gün kalacaksın gibi sorular sorduk birbirimize.
Baktım herkes pabucunu çıkartıp iplerini birbirine bağlayarak omzuna asıyor. O sıra Walter geldi yanıma, “Yol kayganmış, yalınayak ineceğiz” dedi. Pembecik topuklarıma acıyarak, ben de aynısını yaptım çaresiz. İlk kırmızı noktadan inmeye başladık. Walter hep önümdeydi.
Bir ara aklıma geldi, “Neden yola çıkmak için beklediniz?” diye sordum.
“Senin gelmeni” dedi, sonra “Şaka şaka” diyerek bir kahkaha attı. “Kelebeklerin zamanına uymak gerek. Uçuruma gölge düşmesini bekledik, gözlerimiz kamaşabilir ve bir yanlış adım, elveda hayat.”
İlk adımlarda bacaklarım titriyordu, sonra alıştım, onlar gibi ben de aşağıya bakmadan taştan taşa sekmeye başladım. Islak toprak çamur olmuş parmaklarımın arasına sıkışıp vıcık vıcık ayaklarıma bulaşıyordu. Kanadalı grup liderimiz “Kelebekler göründü” diye seslendi. Hepimiz olduğumuz yerde durduk. Ben birkaç kelebek görürüz sanıyordum ama yüzlercesini gördük. Öbek öbek uçuşan renkli çiçekler gibi bir anda bütün uçurumu kapladılar. Nefesimizi tutup, bu benzersiz olayı izledik. Telefonlarla, kameralarla kaydettik. Rengârenk uçuşan tüylere benziyorlardı. Uçurumu aşağıdan yukarı kapladılar. Biz büyülenmiştik, çıt çıkarmıyor kıpırdamaktan bile kaçınıyorduk. Cennette olduğumu sanıyordum çünkü böyle bir görüntü benim yaşadığım dünyaya ait olamazdı. Giderek yükselip gökyüzünün mavisine karışan, kıpır kıpır, alacalı bir buluttu onlar. Son kelebek de görünmez olana kadar öylece kaldık. Kanadalı “Well done” diyerek bizi yeniden canlandırdı ve yolumuza devam ettik.
Artık arada bir aşağıya bakabiliyordum. Çakıllı koyda deniz bir yeşil oluyordu, bir mavi. Halat geçişleri gerçekten kolaydı. Tutunup karşı kayaya atlayıveriyordum.
“Bravo” diyordu Walter, “Bak gördün mü hiç zorlanmıyorsun”
Gülüyordum, mutluydum. Kelebek, uçurum ve Walter, başka ne varsa unutmuştum, adımı bile.
Kanadalı seslendi “I am done.”
Onun arkasından biz de sırayla düze çıktık. Su birikintisinde ayaklarımızı yıkayıp pabuçlarımızı giydik. Başarımızın heyecanı yüzümüze yansıyor, neşeyle denize doğru ilerliyorduk. Kıyı kalabalıktı. Dalgaların şıkır şıkır salladığı çakılların sesiyle gitar sesi birbirine karışıyor, hoş nağmeler oluşuyordu. Bizim grup sıra sıra ve boylu boyunca çakıllara uzandı.
Walter gelip yanıma yattı. Ağzını kulağıma iyice yakınlaştırarak ve parmağıyla benim parmağımdaki yüzüğü göstererek, “Evli misin?” dedi.
“Bilmiyorum” dedim.
“Nasıl yani? İnsan bilir, eğer evliyse.”
“Beş yıldır evliydim. Epeydir tatil konusunda anlaşamıyorduk. Sonunda kavga ettik ve farklı yönlere savrulduk. Şimdi ben de merak ediyorum, acaba hâlâ evli miyim?”
“O iş o kadar kolay değil… Baksana kendine, seni terasta görünce çarpıldım birden. İstiridye kabuğundaki Venüs gibisin. Ayrıca cesursun, akıllısın. Seni bulan bir daha bırakamaz.”
“Harikasın Walter, anlat anlat ihtiyacım var.”
“Saçmalama güven kendine. En azından kocanla barışana kadar bizle takıl. Bu akşam kumsalda parti var, içkini kap gel, yolunu gözleyeceğim inan.”
“Bilmem ki, bakalım, belki gelirim.”
Sonra çakılların üzerinde yan yana uyuya kaldık. Uykumun arasında demin gördüğüm kelebekler içimde uçuşur gibi oldu. Burak geldi sandım. Yan dönüp özlemle sarıldım kocama. Walter de bana sarıldı. Bacağını benim bacaklarımın üzerine atmıştı aynı Burak gibi. “Pardon!” diyerek kendimi geri çektim.
Walter güldü, “Boş ver!” dedi.
Akşam tekne gelip bizi alana kadar biraz konuştuk, biraz uyukladık ama hep yan yana yattık.
Pansiyona dönünce gülüşü güzel kız bana bir bardak beyaz şarap getirdi. Akşam duş alıp üstümü değiştirirken kumsaldaki parti ve Walter hep aklımdaydı. Birden odada şarja takıp bıraktığım telefonum gözüme çarptı. Burak bana ulaşamayınca, karmakarışık ve çok sayıda mesaj yollamış, belki de bütün bir gün benden haber beklemişti.
Hemen defterimi çıkartıp, gelen mesajları bir düzene koydum.
9 adet seni seviyorum.
12 adet seni özledim.
28 adet neredesin?
3 adet özür dilerim.
7 adet pişmanım.
15 adet hadi ama…
4 adet lütfen ara.
5 adet hemen gelip seni kucaklamalıyım.
8 adet yapma n’olur, artık yeter, üzme beni…
Yorgunluğum geçti o an. Kafamın içindeki bitpazarı toparlandı. Kumsal partisi kumlara karıştı. Walter bir toz adam olup Likya Yolu’nda yürüdü gitti. Pencerenin aynasında Burak ve kelebekler belirdi.
-Fethiye, Ölüdeniz, Mor Çiçek Pansiyon- yazdım ve gönder tuşuna bastım.