Kapı çaldığında adam balkonda son çayını içiyordu. Alışkanlıklarına çok bağlıydı. Üçüncü bardağın keyfini çıkartırken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. “Kim bu densiz?” diyerek ve homurdanarak açtı kapıyı. Küçük bir kız çocuğu kapıya vurmuş güneşin altında öylece duruyordu. Adeta saydamdı. Güneşin ışıkları içinden geçiyor gibiydi.
“Annem burada mı?”
“Hayır.”
“Nerede o zaman?”
“Ne bileyim ben?”
“Pardon, ben evi şaşırdım demek ki. Daha yeni taşındık da, demek ki bilemedim.”
Kız bir anda arkasını dönüp hızla merdivenden indi ve gözden kayboldu. Adam arkasından “Dur, bekle!” diye seslendiyse de duyuramadı, merakla balkona çıktı. Sokakta “Üzüm, Üzüm…” diye çılgınca bağıran bir kadın vardı. Kız sese doğru “Anne” diyerek koştu ve iki beden bir anda buluşup sımsıkı sarıldı. Adam bir “Oh!” çekti. Demlikte çay kalmış mı bakmak için mutfağa girdi.
Üzüm diye isim olur mu hiç? Ne bilsin adam, belki de olurdu. Kız gerçekten çekirdeksiz İzmir üzümüne benziyordu. Onlar da güneş vurunca sarı sarı ışıldar, saydamlaşır; izin veririler güneşin içlerinden geçmesine.
Bugün parlak sarı bir renk katılmıştı tekdüze yaşamına. Korkuyla bakan o ela gözlere takılıp kalmıştı bir an. Ne yazık ki o an kısa sürmüştü, çok kısa.
Adam evin günlük işlerini yaptı. Karısı öldüğünden beri alışmış, hatta kendi kurduğu bu yeni düzeni sever olmuştu. Akşam kahveye uğradı. Okey arkadaşlarına da alışmıştı, onları da seviyordu. Gece eve döndüğünde alt katın kapısında içi boş birkaç koli gördü. Pek aldırmadı. Yukarı çıkıp yatağa uzandı. Üzerinde renkli şekiller ve sayılar olan okey taşlarını tavana dizerken uykuya daldı.
Sabah iki yumurta kırdı peynire. Aynı kahvaltıyı her sabah bıkmadan tekrarlardı. Tam son çayını doldurup balkona çıkacakken kapı çaldı. Gene aynı güneşin altında aynı şeffaf kız.
“Günaydın Üzüm, hoş geldin.”
“Selam, ama benim adım Üzüm değil.”
“Ama ben duydum, dün annen seni Üzüm diye çağırdı.”
“Evet doğru, sadece annem Üzüm der bana, sen benim annem değilsin ki?
“Tamam, haklısın o zaman adını söyle de bilelim.”
Bu sırada kız evin içinden hiç çekinmeden boydan boya geçerek balkona çıkıp, adamın her sabah oturduğu iskemleye oturmuştu bile.
“Çay içer misin?”
“Pek sevmem, süt var mı?”
Adam kendine çay, Üzüm’e süt getirdi ve ister istemez öteki iskemleye oturdu.
“Nerede kalmıştık?”
“İsmimi sormuştun. Sen bana söylersen ben de sana söylerim.”
“Ben Şevket, memnun oldum.”
“Ben de; bugün İlkay adını kullanıyorum.”
“Yani nasıl?”
“Asıl adım Ümran. Babaannemin adıymış. Onu tanımam bile. Ayrıca anlamını bilmediğim bu ihtiyar ismini kullanmak istemiyorum. Yonca, Burcu, Lale, Yağmur gibi genç isimlerini seviyorum ben. Şimdilik her gün yeni bir isim deniyorum. Bakalım bana en çok yakışan, en beğendiğim hangisi olacak? On sekiz yaşıma gelince bir karar verip adımı değiştireceğim.”
“O zaman annen neden Üzüm diyor?”
“Çünkü kafası karışık onun. Aklında tutamıyor. Ben de zorlamıyorum. O bana her gün Üzüm diyor, çünkü çok tatlıymışım.”
“Anladım, peki ya öğretmenlerin ne diyor bu işe? Onlar her gün yeni ismini akıllarında tutabiliyorlar mı?”
“Akıllım, hiç öyle şey olur mu? Bunu bilmeyecek ne var? Onlar elbette Ümran diyor. Sadece yakın arkadaşlarım biliyor, o gün kullandığım ismi.”
“İlkay çok güzel bir isim. Sana da çok yakışmış. Yarın ne olacak adın, karar verdin mi? Hani gene görüşürsek yanlış bir şey demek istemem.”
“Yarın Canan olmayı düşünüyorum ama çok emin değilim. Yaprak da olabilir. Okul dönüşü uğrar söylerim.”
“Tamam, beklerim.”
“Söyle bakalım Şevket Amca, bir tavuk ayda kaç yumurta yapar?”
“Bilmem ki en fazla yirmi, belki yirmi beş bile yapar sanırım.”
“Akıllım, bunu bilmeyecek ne var? Tavuk aya çıkamaz ki… Hadi bana eyvallah.”
“Güle güle, bak yarın okul dönüşü bekliyorum, sakın unutma!”
Şevket kızın arkasından bir süre sersem sersem gülümsedi. Hayretler içinde “Nasıl bir kız bu?” sorusunu “Garip, çok garip.” diye cevapladı kendince. Bazen bir çocuk bazen bir büyük oluveriyordu, değişmeyen yanı ise hep çok akıllıydı. Bu kız geldiğinden beri her sabah yeni bir güne başladığını duyumsuyor, onun gelmesini beklerken buluyordu kendini. Geçen zaman yeni iplerle bağlıyordu yalnız adamı, bu garip kıza. Başak, Aylin, Sumru, Yağmur okul dönüşü Şevket Amca’yı ziyaret ediyor ve her gelişinde eve salkım salkım neşe getiriyordu bu saydam İzmir üzümü…
Bir akşamüstü “Selam, ben Dilek” diye kapıda belirdi.
“Hoş geldin Dilek, geç otur masaya, ben sana süt ve kurabiye hazırlamıştım.”
“Aman sal şimdi onları, hiç canım istemiyor. Gel seninle kuş evi yapalım.”
“Tamam, ama nasıl yapılır bilmem ki…?”
“Çok kolay, kartondan yapıp bahçedeki ağaca asacağız. Sen aç hele interneti. Ya da ver telefonu bana, ben hemen bulurum. Hadi versene…”
Şevket bu ısrarı biraz garipsedi ama belli etmedi. Cebinden çıkardığı telefonu uzattı. Pek istekli görünmüyordu. Dilek hiç aldırmadı, hemen çekip aldı ve hızla karıştırmaya başladı, kimbilir ne arıyordu. Bir süre bekledi Şevket, sonra dayanamadı.
“Bulamadın mı?” diyerek gözlüklerini takıp bakınca ‘Yalova E Tipi Cezaevi’ yazdığını gördü. Kendini tutamadı ve birden atılıp, telefonu çekip aldı kızın elinden.
“Kuş evine böyle mi bakılır?”
“Aman be Şevket Amca atarlanma hemen, bizim de bir bildiğimiz var elbette.”
“Beni neden kandırdın? Senin cezaeviyle ne işin olabilir? Kimi arıyorsun?
Şevket bunları sorarken farkında olmadan sesini pek ayarlayamadığı için Dilek’in gözlerinde biriken korkuyu görerek üzüldü ve sustu. Boş yere çocuğu huzursuz etmek istememişti. Gönlünü almak için ne yapsam diye düşünürken aklına kurabiyeler geldi, hemen sesini yumuşattı.
“Hadi sen kurabiyeni ye, sütünü iç. Ben o arada kuş evini bulurum. Tamam, senin kadar hızlı değilim ama ben de becerebilirim.”
Dilek istemeyerek oturdu masaya, daha sütünden bir yudum almıştı ki üst katta bir gümbürtü koptu. Sanki kalın camdan yapılmış kocaman bir kâse yere düşüp bin parçaya bölünmüş gibi geldi Şevket’e. Dilek korkuyla sıçradı yerinden, doğru sokak kapısına koştu. Titreyerek kapının önünde durup incecik, küçücük bedenini siper etti kapıya.
“Sakın açma kapıyı, o geldi, bu defa öldürecek bizi, sus sakın ses çıkartma, ölümü gör açma kapıyı.”
“Tamam, tamam” diyordu Şevket ne olduğunu bilmese de.
Küçük kız saydam değildi artık. Korkudan ölmek üzere olan yaşlı bir kadına benziyordu. Gözleri yerinden fırlamış, dudaklarının kırmızısı uçup gitmiş, kanı çekilmiş gibi yüzü bembeyaz olmuştu. Şevket böylesine korkmuş birini daha önce hiç görmediğini düşündü. Çaresizdi o an ne yapacağını bilemedi. Koşup su getirdi, saçlarını okşayarak ve yudum yudum içirerek yatıştırmaya çalıştı. Dilek, o incecik bacakları artık onu taşıyamıyor gibi, kapının önünde kayarak boylu boyunca yere uzandı.
Şevket “Bak canım, korkacak bir şey yok, hem ben seni korurum hem o bu eve giremez, sokmayız içeri hiç merak etme” diyor, aynı sözleri durmadan tekrarlıyordu.
Dilek sanki biraz sakinleşmiş gibi içini çekiyor, derin derin soluk alıp veriyordu. Çok geçmeden gözlerini araladı, minik elleriyle Sevket’in ellerini kavrayıp “Ya annem, ya gene onu bıçaklarsa o babam denilen adam?”
“Buna izin vermeyiz, ben ikinizi de koruyabilirim, inan bana. Üst katta yere bir şey düştü ve kırıldı. İstersen gel, gidip bakalım ne kırılmış.”
“Hayır, hayır sakın açma kapıyı.”
“Güzel yavrum, benim. Avukat bir arkadaşım var. O bize yardım eder. Babanın ne zaman çıkacağını öğrenebiliriz.”
“Boş yapmıyorsun değil mi?”
“Yok vallahi, söz sana.”
Dilek toparlanıp kalktı yerden. Elleriyle yüzünü sildi. Şevket’in getirdiği suyu içti ve kapının önünden çekilip masaya doğru yürürdü. Telefonu masadan alıp, Şevket’e verdi.
“Sallamadıysan hadi ara arkadaşını. Hadi durma ne olursun ara!”
“Tamam ama bir şartla; süt ve kurabiye bitecek Dilek Hanım…”
“Olur ama sen de sakın unutma, yarın adım Yeter olacak.