Ne zaman ve nerede başladığı belli olmayan bir kâbus gibi sabahlar ve geceler. Bölük pörçük uykuların yorgunluğu var üzerimde. Zihnim bulanık, anlamlı bir bütünün dağılmış parçaları ile dolu.
Bi… dursam, durabilsem…
Kâbus dediğin uyanınca bitmez mi? Marifet sabaha uyanabilmekte değil mi?
Bazı kâbuslar uyanınca bitmez. Ter içinde nefes nefese uyanmışsındır. Dilin damağın kurumuş ve muhtemelen güneş henüz doğmamıştır. Yeniden uyumaya bile korkarsın. Ya güzel şeyler düşünüp yeniden uyumaya çalışırsın ya da korkularının üzerine gidersin. Ben de böyle bir gecede karar verdim gitmeye.
Yüküm ağır, yol uzun ve uykusuzum.
Epeydir çok okuyor, çok dinliyor ve izliyorum. Kitapları, şarkıları, filmleri en çok da insanları. Artmasını beklerken azalanlar büyüyor gözümde. Tanıdıkça mı seviyorduk? Yoksa tanımadığımız için mi? O çok sevdiğim dizeleri hangi şair söylemişti mesela. Hangi dizelerdi onlar? Kaç farklı dilde kaç farklı şair dokunmuştu ki o duyguya ve ben neden kaybetmiştim sözcükleri.
Böyle olabileceğini hiç düşünmemiştim. Aslında yıllardır hayalini kurduğum bir yolculuktu. İyi bir hazırlığı ve bir sırt çantasından fazlasını hak ediyordu. Yine de boş çıkmak benim seçimimdi. Umudu, elleri ve kalbi dolu dönmek olan her insan gibi.
İnsanı ve kendimi kaynağında aramaya karar vermiştim. 1200 kilometrelik bir yolculuğun sonunda ilk durağım olan Hazar Baba Dağı’ndaydım. Dicle Nehri’nin doğduğu yerde. İlkel saydığımız, sessizlikte sırrı bulanların ayak izlerinin üzerinde. Dünya yanıyordu. Ben yorgundum. Artık ne yapmam gerektiğini biliyordum. Takip etmeliydim. Dicle’yi soluma alıp düştüğüm Mezopotamya yollarında belki ulaşamayacak ama seslenebilecek kadar yaklaşacaktım Uruk’un görkemli tanrıçası İnanna’ya. Soracaktım. Bu kibir senden mi? diye. Aştar’a, Astarte’ye. Değil mi ki dünya defalarca küllerinden doğmuştu. Ne önemi vardı o halde adının. Gelmekte olan tufandan korkmak niyeydi. Zamanın döngüselliğini tarihin tekerrüründen ayırmadığı için mi gizli kalmıyordu çoğu şey. Gerçeğin ortaya çıkma huyu muydu tek değişmeyen.
Zamansız bir yolculukta On Gözlü Köprü’nün üzerinde Dicle’nin iki yakasının, davul zurna eşliğinde, vuslatını, dağın dağa kavuşmadığı Mardin’de insanın insana kavuştuğunu gördüm. Farklı dillerde aynı şarkıyı söyleyen insanları, savaşlardan geçerek gelmiş Dara Harabeleri’nde aynı sonu beklerken gördüm. Toprağın insanlara hatırlattıkları ile büyülendim. Atalarının anılarına sadık kalmış insanlardaki güce imrendim. İnandığı her şey hâlâ hizmet ediyordu insanoğluna. Işıklı şehrin gözleri kamaşmış zamanesi ben, hayretler içinde yürüyordum. Okumak gibi değildi görmek, bağ kurmak için yaklaşmak gerekiyordu. Bazen de dokunmak. Artıyordum. İlerledikçe birikenler kendi başına bir ses oluyor Göbekli Tepe’ye varınca daha da artıyor, tarihin çığlıklarına dönüşüyordu. Fotoğraflarda belirmeyen siluetlerin nefesleri ensende gibi yakındı. Yeterince sessiz olabilirsen duyabileceğin bir mesafede davete icabet ediyorlardı. Sonra Nemrut’ta batırırken güneşi, kavgayı düşünüyordum. İnsanın insanla, insanın kendi ile olan kavgasını. Nasıl oluyordu da gün geceye böyle güzel dönüyor, böylesi yıldızlı bir gecede yok etmeyi düşünüyordu insan. Bu kadar olmaz dedirten bir infial ile atıveriyorsun kendini Nemrut’tan. Düştüğün yerin serinliğinde ferahlıyorsun. Mesela ellerinle besliyorsun Balıklı Göl’de balıkları. Yer Köprü şelalesinde teslim olup akışa, gelmiş geçmiş tüm iyilerin yüzü suyu hürmetine geri dönüyorsun. Işıklı ama yıldızsız şehrine.
Tıpkı insanlar gibi sevgi ile doğup inanç ile dönüyordu dünya. Yük dediğin kendinden fazlası değildi. Biz olmaya başladığında evrenle, akıveriyordu üzerinden. Sadeliğin sıcağında eriyordu kibir. Sevgide ve merhamette buluşuyordu eller. Söylemin azında, davranışın çoğunda aşka geliyordu kalpler.
Her yolculuğun sonunda evine dönüyordu insan. Evime döndüm. Tıka basa huzur dolu bir valiz sırtımda. Uzandım yatağıma, üzerimde yüzlerce yıllık bir dua, kader dediğin insanın dilinin ucunda.
Uyudum, uyudum…