Kırılma noktası… Ortak dil için bunu da söyleyebilirdik işte!
Kırılmayı göze alacağız. Ne olursa olsun.
Ortak dil, Mikroscope için türlü türlü buluşmalar kadar bunu da ifade ediyor. Belki de buluşmaların ancak böyle mümkün olabileceğini mikro düzeyde bizlere fısıldıyor. İçinden geçtiğimiz travma, acı ve şiddet dolu çağda şunu bilmekle yükümlüyüz: Yoldayız ve geri dönüş yok. Belki bu yüzden de kırılma noktalarımızı net bir biçimde görmek elzem. Ortak dil, çıkacaksa buralardan çıkacak… Sabun Köpüğü programında kaleme aldığım “kırılma noktası” başlıklı yazı da burada devreye giriyor işte. Biraz romantize etmeme aldırmayın, aslında söylediğim tam da o: Kırılmayı göze alırsak… Kırılma varsa… Devam edebiliriz.
Bu sayıda da yeni kalemlerimiz, yeni projelerimiz var. Bu projelerden biri de panelimiz. Dünyanın birçok yerinden panele katılan değerli konuklarımız ortak dili farklı boyutlarıyla tartışıyor. Esasen ortak dil, Mikroscope’un yol boyunca öyle ya da böyle hep etrafında döneceği bir hususu da işaret ediyor.
Önümüzdeki sayının teması ise şimdiki zamana dair yine önemli bir noktaya parmak basıyor. İklim Krizi. Yazılarınızı 25 Eylül tarihine kadar info@mikro-scope.com adresine bekliyoruz. Kısaca yolculuğumuz devam ediyor.
***
Gelelim ortak dil için benim mırıldandıklarıma:
Maksat püfür püfür bir rüzgarda arkamıza bakmaksızın gitmekti. Ertelenmiş tatillerin arasına minik minik ada kesitlerini bolca sığdırdım ve günbatımlarını, son yılların dehşetengiz gökdelenleriyle tamamlamakla haşır neşir İstanbul’a farklı bir gözle baktım. İkindi ışıklarında gördüğüm İstanbul Anadolu yakası, elbette korkunçtu! Son yıllardaki göğü delme telaşının feci izlerini taşıyor, ufacık tefecik içi dolu betoncuk bulmacasının kestirmeden adı oluyordu. Nahoş İstanbul, bu haliyle, yüz buruşturuyordu. Sanki Türkiye’nin tatsız, savruk, nefret, kin ve intikam dolu renginin adıydı bu gri şehir. Artık dönüşü olmayan bir yolun yolcusu olduğumuzu hatırlatıyordu önümüzde serilmiş her şey…
Ancak sonra bir şey oldu.
Dalgalara inen akşam, karşı kıyıya da vurduğunda o beter şehrin yerini, hemen hepimizi güvertesine alıp güzelliklere bırakacak o koca “gemi” aldı. Anadolu yakası, artık ışıklar içerisindeki bir gemiydi ve saatler ilerledikçe paha biçilmez bir gerdanlığa, hatta arada esen rüzgarla garip bir ütopya diyarına dönüşüvermişti.
Büyülenmemek elde değildi.
Aramızdan birileri değişen ne diye sormayı akıl ettiğinde biz geride kalanlar başladık o cevabı düşünmeye. Hiç kuşku yok, cevabı hepimiz biliyorduk, yine de karşımızdaki sırlı kara parçası bizi serabıyla oyalamaya devam ediyordu.
Değişen ışıktı tabii. Ve o ışıkla birlikte hepimiz değişmiştik. Bunu bile bile uzun müddet İstanbul’a bakmaya, doya doya bakmaya devam ettik.
Bazen bildiğimiz şeyleri yeniden keşfetmek isteyeceğimiz o zamanlardan geçiyorduk, besbelli. Merak edenler için söyleyeyim: Bu umurumuzda bile değildi.
Ya ertesi gün?
Doğrusu onu düşünmeye takatimiz kalmamıştı. Buluşmuştuk bir kez! Biz ve şehir. Düşlerimizin şehri. Çocukluğumuzun itikatı. Bir gün her şey daha iyi olacak umudu.
Sonra ne oldu? Vaktimiz olsaydı şunu düşünebilirdik: Buluşmak için yan yana durabilmek önemli. Tamam… Tamam da….Aynı dil, din, renk, cinste, dünya görüşünde olmak gerekmiyor. Buluşabilmek için buluşmaya niyet etmek ve bütün sözcüklerin bütün dünya dillerindeki tılsımına inanmak esas. Buluşamamaksa o sözcüklerle oluyor yine. Onların yarattıkları enkaz ve kara büyü yüzünden. Dedikodular ya da kara çalmalardan bahsetmiyorum çünkü er ya da geç gerçek anlaşılır. Benim bahsettiğim, tılsımı da, kara büyüyü yaratanın da bizler olduğu. Sarf ettiğimiz sözcükler, kullandığımız cümlelerle yaratıyoruz dil evrenimizi. O bir tılsım da olabilir, bütün evreni ve insanlığı kuşatabilir ya da bir depreme dönüşebilir ve her şeyi yok edebilir. Başta da kendimizi! Şu hakikate inanmak önemli galiba: Bana sözcüklerini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Bunca acı içerisinde bunları söylemek ne işe yarar peki?
Acının tarifsizliği zaman, mekân tanımaz diye düşünmek elzem burada. Acının ortak dili bu kadar keskinken hâlâ savaşların devam ediyor oluşu ise çağımızın başka bir ortak yanını düşündürtüyor bana. Savaşı, stratejileri ve belki de borsada oynayıp duran kâr hanelerini ve derken küreselleşmeyi hatırlayıvermek noktasında bir şey bu. “Savaş kötüdür” gibisinden cümlelerin doğru dürüst hiçbir insanı ve insana özgü hiçbir acıyı nitelemediğine inanıyorum. O halde buluşmayı bir kez daha düşünmek gerekiyor.
Tüm bu yüklerden ve bu yüklerle birlikte gidilecek bir liman kaldı mı diye…Belli ki sıfırdan başlamayacağız. Kaldığımız yerde durup akşamı bekleyip ışıkları ve gölgeleri bir kez daha düşüneceğiz.
Sonra sabah olacak. Yeniden başlayacağız. Deneyimlemek buysa bu! Bu deneyimi özgürlük bahsine nasıl taşıyabileceğimizi tasarlayacağız. Oradaki ortak dilin ne olduğunu düşünmeye çalışacağız. Bir kırılma noktası var diyeceğiz. Her şey buna gebe. Ada örneğinde akşamın ışıkları olacak bu. Yaşam genelinde ise baktığımız ufkun değişebileceğine dair olan inancımızı kaybetmeyeceğiz.
Kırılma noktası, kimize nahoş gelse de, buluşabilmek ve devam edebilmek için esas olacak neredeyse. Ne kadar çok kırılırsak, belki o kadar buluşacağız. Ve… Bu riske değer!
Bu sayıya katkıda bulunan kalemler…
Serpil Öktem
Gülümsün Tansev
Selda Coşgun
Buket Arbatlı
Zeynep Tibet
Berk Noyan
Yıldız Ramazanoğlu
Emre Akaltın
Şükran Şençekiçer
Samet Fidan
Tuğba İçer
Emre Akaltın
Akay Gençosmanoğlu
Ben Cengiz Yakut
Gülümsün Tansev
Cem Özel
Tamer Durak
Fırat Kutlu
Ezgi Deniz Ülgen
Başak İdil Özen
Mia
Bersu Güvercin
Berna Kuleli
Deniz Altunay
Özlem Akıncı
Aslı Tunç
Müge İplikçi