Bu sabah…
Ayvalık’ta, geceden penceresini açık bırakarak uyuduğum karavanımda, kulağıma ilişen dalgaların sesi ve burnumdan ruhuma dolan denizin kokusu ile uyandım. İçeri sızan bir ışık da yoktu. Gün henüz ışımamış ama ben sabaha karşı dingin bir uykudan dinlenmiş olarak uyanmıştım. Yatağımdan kalkmadan önce mest olduğum anlara dahasını eklemek için derin bir nefes aldım. Belki bir de çiçek kokusu sızardı burnuma. Uzaktaki, şehrin süsü olmuş morsalkım çiçekleri bahar tazeliğini rüzgâra katıp bana gönderirdi. Onlar da benim gibi rüzgârı severdi. Kırılmaz, incinmezlerdi. Eşlik etmeyi öğrenmiş olmanın rahatlığında var olurlardı. Pembeler, morlar, beyazlar…
Bu, çoğu zaman varlığın, var olmanın içindeki payından fazlasıdır. “Bence”. Varlıkların uyumundan doğan bir varoluş. Aksini düşünemeyecek kadar huzurluydum. Umduğum gibi çiçeklerin değil ama kahvenin dürtücü kokusu ile yerimden fırladım. Elimde fincanım ile dışarı çıktım. Kırmızı bir toz bulutunun arkasından yüzünü göstermeye çalışan güneşi fark ettiğimde diğer her şey gözümden bir anda silindi.
Göğe dolan Güney’in külleriydi. Karanlık ise uzaklarda günlerdir yanan yeşilin yası.
Neresinden baksan döngü ya da belki de değil.
Çaresizliğin en büyük nimeti olan ‘düşünme’ için çok uygun bir an. Sıkı bir kahvaltı, ardından deniz, akşam da müzik. Hiç sanmam. Belli ki tüm gün öylece oturacağım.
Anlamaya çalışırken;
Fraktallar geldi aklıma. Sonsuzluğa doğru giden büyüleyici geometrik şekiller. Aklıma gelenleri içimde seslendirmeden önce Öklidci bakışın hadi canım deyişini duyar gibiyim. Ama şunu söylemeliyim ki bugün bu kumsalda, o sevdiğim yerlerin ve içimin yangınının yarattığı hüzünle, idealize edilmiş soyutlamaların tümünü reddedeceğim. Alışılagelmiş düzenin sonuna yaklaşıyorken, devede kulak kadar olan ömrün kalan kısmını anlamaya çalışarak heba edeceğim. Ürpertici…
Bildiğimiz kadarından yola çıkılarak yazılanlar der ki; her şey bir gün biter. Son, kaçınılmazdır. Bilim, felsefe, teoloji bunu farklı yorumlasa da bir son’a eninde sonunda ulaşılır. Mevzu, başlangıçla son arasındaki yoldadır. Kaotik ama çekici, çelişkili ama açık, izaha muhtaç ama basit… İşte ben buna, dünya diyorum.
Birden Beyoğlu’nda yürüdüğümü hayal ettim. Ilık bir akşamüstü’nde kalabalığa karışmış böylece de kaybolmuş. Hiçbir cevaba ihtiyaç duymayan akışta süzülen bir kadın. Sanırım insan düşündükçe dağılıyor. Oysaki fraktallardan bahsediyordum. Bir özelliği ile kendine benzeme. Ben fraktal yineleme denilince daha kolay anlaşıldığını düşünüyorum. “İç içelik” demek yanlış olmaz. Her şey kendinin iç içe geçmiş farklı boyutlardaki kopyalarından oluşan bir sonsuzluktur. Sonsuzluk dediğim için çeliştiğimi düşünmenizi istemem. “Maddenin varlık parçacıklarındaki sonsuzluk.” Bu daha uygun oldu. Nasıl zerk ettiyse yangının acısı içime. Ya o güzelim yerler kundaklanmadıysa? İklimler değişiyor, dünya gitgide ısınıyor ve biz insanlar bunu körüklüyorsak. Ya gerçekten bu yüzden yanıyorsa ormanlar ki böyle olduğu iddia ediliyor. Fraktal yineleme düzleminde dünyayı insan ile birleştirdiğimde makul görünüyor gözüme. Ben dünyaysam ve dünya bense. Doğum, yaşam ve ölüm ortak kaderinde seçimlerimiz ile süreci değiştiriyor olmamız olası değil mi? Seçimlerimize uygun hayatlar yaşıyor, dünyayı da buna göre düzenliyoruz. Öyle ki doğal seleksiyon’un şifrelerini bile çözdüğümüz düşünülürse dünyanın eksenine kadar elimizin uzanıyor olması çok da zayıf bir ihtimal değil. Bu hikâyede tabii ki insan düşünmeden edemiyor. Isınma devam eder, dünya sular altında kalırsa bizi kurtaracak olan gemi hazır mı? Gemiye gerek yok ise biz yaşam tarzımızı değiştirerek süreci yavaşlatabiliyor ya da durdurabiliyorsak…
Utnapiştim o gemiyi neden yaptı?
Öyle ya, bildiğimiz en eski yazılı kaynaklar ve dini metinler tufandan bahseder. Aktarılana göre tufan farklılık göstermekle birlikte bundan yaklaşık 6000 yıl önce gerçekleşmiştir. Son buzul çağının da 10.000 yıl önce sona erdiğini düşünürsek oldukça mümkün. Değiştirilemez ve devam eden bir süreç olma olasılığı da ihtimal dahilinde. Yani insanoğlunun dahil olmadığı, olamayacağı bambaşka bir düzenin varlığı ve işleyişi gereğidir. Dedim ya ihtimal. Ancak düşünmemiz gereken dahil olabileceğimiz bir kurguda seferber olmaktır. Kim bilir belki de geçmişte olduğu gibi şimdi de ceza gerektiren bir sürecin sonucu olarak karşımıza çıkarılıyordur. Mesela gürültü yapmak. Belki de gerçek, tanrıların hışmına uğradığı için gemiyi yapan Utnapiştim’in paranoyasından fazlasıdır. Neyse ki yine kahramanlarımız var. Yöntemleri birbirinden farklı olsa da çağın gereklerine uygunluk esas. Basit bir söylemle nasılsa öleceğiz diye sağlıksız beslenip, aykırı bir yaşam modeli sürüp süreci hızlandırıp sancılı bir hale getirmemeliyiz. Bakın yine fraktal ile uyumlanabilir bir cümle oldu bu. Hepi topu 50, 60 yıl yaşayıp gideceğiz diye önüne ardına bakmadan dünyayı da hor kullanmamak gerek.
Uzatsam, atomu parçalarına ayırıp yeniden bir destan yazma cüretini göstermekten korkuyorum. Acılı ve korkmuş bir insan olarak -ki umulmadık tepkiler öyle anlarda çıkar bilirim- dışında ama tam ortasında olduğum bir yangının külleri arasında yeni yeni naralar atmaya hazırlanıyorum. Önümde hâlâ deniz, sıcacık kumlar ayaklarımın altında, umuda dair Beyoğlu’nda geçen tatlı bir hülya. Saat de öğleni çoktan gördü. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım ama ben yine eskilerden bir şeyler seçeyim. Ne diyordu Sezen Aksu; “Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkâr.”