Biraz insan, çoğunlukla deli.

İstanbul Film Festivali’nde fenalaşmamın üzerinden üç ay geçmişti, Levent’e taşınmama ise daha üç ay vardı. Global bir şirketin Akaretler’deki ofisinin olduğu plazada kısa süreli bir çalışma için sandalye ve masanın bir kısmını işgal etmekteydim. Gün yaz mevsiminin İstanbul normallerindeydi. Sabahtan itibaren sıcak ve eser miktarda nem güreş tutmuşlardı. Eser denen şey esasında hissedilmesi daha da doğrusu fark edilmesi için tesis edilen şey olduğu için oldum olası insanların eser miktar kavramını az bir miktar belirtmek için kullanmalarını anlayamam. Bence fark edilecek kadar olan her şey eser miktardadır. Zira eser özgünlük ve ayırt edilebilmektir.

Neyse. Bu bahsi burada kesmek lazım. Yoksa ipin ucu kaçacak ve olduğum günü de bulunduğum yeri de unutup kendimi tekrar telif kavramının teorik ve aşırı hukuksal tartışmalarının içinde bulacağım.

Dediğim gibi sabah itibariyle her şey normal. Her şeyin normal olduğu her zaman olduğu gibi meteoroloji verilerini de takip falan etmiyorum. Zira kim her gün açıp Sağlık Bakanlığı’nın sayfasından günlük grip sayısını kontrol eder ki? Her sabah kalktığımda mevsim geçişi değilse her normal insan gibi beklentilerim normal olur. Bu yüzden işimi ne zaman bitirip eve ne zaman geçeceğimi düşünmedim. Zira iş bitecekti. Babamla konuşacak onun olduğu yere ya da eve geçecektim.

Önce dolu yağıyor diye bir şey söyledi birisi. Sonra çalışma aralarında bakılan haberler şehri bir selin aldığını anlatıyordu. Babamla konuştuğumda Fındıklı’da tramvay yolunu dahi kapatacak şekilde bir ağacın devrildiğini söyledi. Tam da iş çıkışı saatine yakındı. Hatta mesai bitmiş herkes bir çaresizlik içinde eve dönüş programı yapmaya çalışıyordu. Plazanın altındaki kafede yapacak bir şey yok diye oturup yemek sipariş eden de, çözüm bulmaya çalışan da, çözümü olan da bir bekleyişteydi.

Tophane ne kadar uzak olabilir ki Akaretler’e? İşte o kadar uzaktı. Zira Fındıklı’da devrilen ağaç Dolmabahçe’deki Beşiktaş-Beyoğlu sınırını Fındıklı’ya kadar daraltmıştı. Meclis-i Mebusan Caddesi kilitti. Gelen haberler otobüslerin dahi su içinde yüzdüğü yönündeydi.

“Taksi bulmak gerek” diyerek boş bulundum. Bu Şehr-i İstanbul’un altın kurallarından bilmem kaçıncısını unutmuştum. Bu unuttuğum kural kriz anlarında taksi bulunamayacağını düzenler. Paranız olsa bile, taksimetreden kat kat fazlasını ödeyecek olsanız bile bu kural değişmez. Taksiler kontağı kapatır ve krizin geçmesini bekleyebilirler. O zaman da hemşehrilerim yan yollardan yol bulmaya çalışmak zorunda kalırlar. Bu her yağmur yağdığında gözlemlediğim bir husus olageldi.

Krize rağmen ruhsata saygı diyerek inatla taksi bakıyordum taksi çağırma uygulamalarından. Taksilerin şeker olduklarına ve yağmurdan eridiklerine kesin ikna olunca Uber kullanmaya karar verdim. Uygulamayı indirip kullanmaktan vazgeçmemin üzerinden üç yıl geçmişti. Eve ulaşmak geceyi güvende hissettiğim bir binada geçirmek artık bütün kesin kararların önüne geçmişti. Lüksmüş, gri alandaymış, haksız rekabetmiş, umursamadan bastım Uber XL çağır butonuna.

Araç ile eşleştim.

Benimle beraber krizden çıkmak isteyenler olur diye sordum. Galata’da oturan bir arkadaş da vardı. Onunla birlikte aracı beklemeye koyulduk. Şans ve hikâye bu ya rutin bir şekilde bitsin diye yapılmış telefonumun şarjı bitti. Araç iptal edilecek ve eve yetişemeyeceğim korkusu ile bulduğumuz ilk mekâna şarj niyetiyle çöktük. Telefonun şarjı telefonu açmaya el verdikten sonra şaşırtıcı bir şekilde araca ulaşabildim. Araç bizi konumda bekler durumdaydı.

Nişantaşı’na tırmandı araç, sonrasında önce Kuledibi, oradan da Tophane.

O gün bu gündür Akaretler-Tophane arasına daha fazla ücret ödemesi yapmadım.

Çünkü o günden beridir hiç eve yetişmek için gereken paranın hesabını umursatmayacak kadar “mücbir sebep” oluşmadı. Ben bu yazıyı yazarken dışarıda deli bir yağmur başladı. Saatler mesai bitişini göstereli de çok oldu. Bu defa ben mevsime göre davranmadım. Ve bu defa yine bir yetişmek krizi ile baş başa kaldım. İstanbul taksilerinin şeker olup eridiklerini artık tartışamıyorum bile.