Bu yazıyı yazarken Ajda Pekkan’ın 1975 tarihli “Hoşgör Sen” adlı şarkısını dinliyordum. Hafif de bir kelime oyunu yok değil. “Hoşgörsen” de olabilir “Hoşgör sen” de. “Yetenek sizsiniz”in iki anlama çekilmesi gibi bir şey.
Ben hoşgörüyü çok sevdiğim dostlarımdan öğrendim. İzninizle bir dostumu buraya konuk edeyim. Dersane yıllarında kendisine NBA diye seslenmemizi isteyen Niyazi Burak Aktaş adlı arkadaşımla Kadıköy rıhtımdaki dersaneden çıkıp Haydarpaşa garına yürürken yolda çok ilginç bir olay yaşamıştım. O zamana kadar yere çöp atan bir kişi olarak hayatımın dersini vermişti bana NBA. Hem de büyük bir hoşgörüyle. Yere attığım çöpü, yerden alıp çöpe atmıştı. Bana hiçbir şey dememişti. Hatta o sırada present perfect continues modundaydı (yazar tam da burada, present perfect continues konusunu işleyen kızına bir ders vermektedir). Yani ben çöpü yere atmadan önce bir olaydan bahsediyordu NBA. Ben attığımda da anlatıyordu, çöpü yerden alıp çöp kutusuna atarken de o olaydan bahsediyordu. Tüm bu süre zarfında cereyan etmişti acı bir ders çıkarışım.
İşte bu olay benim için o günden sonra yere çöp atmamak adına bir milat oldu. Küfür etse, dayak atsa ya da eleştirse bu kadar mahcup hissetmezdim kendimi. İşte bunun adı hoşgörüydü benim nazarımda. Bana hiçbir şey yapmasa ve demese bile kendi iç dünyamda büyük bir hesaplaşma yaşamama vesile olmuştu.
Şu hayatta gördüm ki hoşgörünün asıl kahramanı, bu işin kitabını yazan, kitaplardır.
“Gel. Ne olursan gel, ne zaman olursa gel” der okuruna.
Gün oldu aylarca elime alıp da bir iki satır dahi okumadım. Yanına bile yaklaşmadığım zamanlar oldu. Ayraç kullanmayıp kolunu kanadını kıvırdıklarım oldu. 07 uçlu kalemimle satırlarının altına faça attıklarım oldu. Elime alıp yarıda bıraktıklarım oldu. Kabını beğenmeyip terk ettiklerim. Yayınevine burun kıvırdıklarım. Çevirmenine dil uzattıklarım. Editörünü çekiştirdiğim. Dilini ağır bulduğum. Boyutunu beğenmediğim. Sayfa sayısını çok bulduğum.
İlle de sarı sayfa olsun diye direttiklerim.
Sözümona sakıncalı olanların bir kısmını yaktık, bir kısmını da yasakladık. Sansürlediğimiz bölümleri de olmadı değil. Yüzyıllar içinde kaç kez mabetlerini, kütüphanelerini yaktık. Yahu ne olursun, bir kere de ses et, mübarek! Yok, etmez. Bu anlamda tam bir Epikürosçudur.
Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki kitapların içine doğmuş bir insan değilim. Sonradan görmeyim. Hiç hakkım yok kitap dostlarıma tek bir söz etmeye; ama gelin görün ki onca dırdırıma ve kaprisime rağmen, ne zaman kapılarını çalsam “Bizim Yunus mu?” diye bile sormadan, bana kapaklarını açtılar. “Bunca zaman neredeydin, yeni mi aklına geldim” demeden her fırsatta beni bağrına basan hep kitaplar oldu. Hoşgörüyü ve karşılıksız sevgiyi onlarda gördüm. Hiçbir zaman bir ayna modeli olmadılar. Ben onlara ne söylesem onlar beni duymamışçasına engin hoşgörü denizinde yok ettiler her kötü düşüncemi.
Sözün kısası, bunca yılın özrü olarak, engin hoşgörüleri sayesinde bence Nobel Barış Ödülüne bile aday gösterilmeliler sevgili kitaplar.