Bugünlerde Metaverse hakkında konuşuyor, ilişkilerden ticarete, sosyallikten siyasete her türlü alanda biçimlerin önümüzdeki yakın dönem içinde nasıl değişeceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Yine de biliyoruz ki çoğu kişinin Metaverse’den daha öncelikli, hayati meseleleri var. Mesela Kelly’lerin. Mesela biz bu coğrafyada yaşayanların.
Tahmin edilenlere göre Metaverse ve benzeri yepyeni ortamlarda (belki de evrenlerde demeli) avatarlarımızla paralel hayatlar kurmamız mümkün görünüyor. Sosyal medyada nasıl ki tek yönlü yansıtmalarla eksik kimlikler sergiliyorsak -sadece mutlu anlarımız, güzel fotoğraflarımız, örnek davranışlarımızla gibi- avatarlarımızın da her biri birer ‘başka ben’ olarak yerlerini alacak, en azından tahminler böyle gibi. Henüz kendi benliklerimizle tam olarak anlaşamamışken, tanışamamışken üstelik, bakalım başımıza ne çoraplar örülecek… bekleyeceğiz ve göreceğiz. Modernizm tecrübemize dönüp bakar ve bir sonuç çıkarırsak eğer, yüksek olasılıkla kendimizden bir fersah daha uzaklaşacağız gibi görünüyor. Pek de yaşanası, heyecan duyulası değil sanki. Sermayenin açgözlü kokuları buram buram tütüyor yine üstümüzde. Bu yüzden Kelly’lerin pek zamanı yok, hızla yol alması lazım. Ve bizim mahallenin de… hem kadınlarının hem erkeklerinin.
Kim bu Kelly ve Kelly’ler…
Kelly Kara Su’nun karakteri. Her ne kadar Joyce Carol Oates’un yazdığı romanda kurgulanmış olsa da, o gerçekten yaşanmış trajik bir olayın kurbanı. 27 yaşında, üniversite mezunu, onur derecelerine sahip bir genç kadın. 1972 başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde, bir 4 Temmuz kutlamasında Senatör Edward Kennedy ile tanışırlar. Senatör evli, iki çocuk babası, başkan adayı (!), uzun boylu (!), iyi eğitimli, Amerika’nın en güçlü (!) ailelerinden birine mensup, 50 yaşlarında… Çokça ünlemin bir araya geldiği tanımdan hemen uzaklaşması gereken Kelly ise gösterilen ilgiye kayıtsız kalamaz ve kendisinden yaşça çok büyük Senatöre bir anda tutulur. Sonu baştan belli bir hikâye bu. 4 Temmuz kutlaması için verilen adadaki özel bir partiden birlikte ayrılırlar. Senatör içkilidir. Feribota yetişeceklerdir ancak yeterli zamanları da vardır. Aceleye hiç de gerek yoktur. Fakat Senatör kavşağa geldiğinde yanlış olan yola sapar. Trafiğe kapatılmış bir yoldur burası. Şüphe uyandıracak kadar bozuktur. Biraz ilerledikten sonra araba yoldan çıkar, göle yuvarlanır, maalesef Kelly bu kazadan sağ çıkamaz. Oates bu hikâyeyi girdap tekniğiyle sonunu baştan söyleyerek döne döne genç kadının bakış açısından anlatır.
Bu bir büyüye kapılma trajedisidir aslında. Sezgileri ne söylerse söylesin, bazı kadınların bir karadeliğin çekimine kapıldıklarında sezgilerini inkâr etmenin bin bir yolunu bulduğunu tekrar tekrar, açıkça gösterir bize.
Bu nedenledir ki yazar, romanı ‘Tüm Kelly’lere’ ithaf ediyor.
Kelly’nin sezgileri sürekli konuşur.
Parti henüz bitmedi, arkadaşlarını bırakıp nereye gidiyorsun, derken; zihni Senatöre itiraz ederse, ikinci bir şansı olmayacağını, söyler.
Sezgisi, yanlış yön, diye bağırırken, Kelly, kaybolduk, diyemez. Yolda bir terslik olduğu başından belliyken, hiçbir şey normal görünmemekteyken, bir otoriteye yanlış yaptığını söylememelisin, der zihni. Toplumsal kodlar sinsice devreye girmekte ve ipleri eline geçirmektedir.
Tüm saldırgan erkekler gibi Senatörün de araba kullanışından sinyaller art arda gelse de, sezgiler hiçbir detayı kaçırmaz, Kelly’yi sürekli uyarır.
Neden sonra… Her şey bittikten… Senatör onu suyla dolmakta olan arabanın içinde tek başına bırakıp gittikten, sular kara yılanlar gibi boğazını sarmaya başladıktan sonra Kelly’nin zihni şöyle dese de ne yazık ki geç kalmıştır:
“Kaybolduklarını söylemekten ne diye çekinmişti sanki, ne diye ona, arabayı geri döndür, dememişti, geri dönelim, ah, ne olur, ama onu kızdırmayı göze alamamıştı.
Kara su kendi suçuydu. Kelly bunu biliyordu. Onları kızdırmaya gelmez. Kibar olanlarını bile.”
Kelly en sonunda kendini suçlasa da, artık bunun bir suç meselesi değil de, sınır koruma sorunu olduğunu biliyoruz. Keşke Metaverse’ü yaratan teknoloji kültürel kodları da yeniden yazacak bir ürün geliştirse. Her şeyi önce formatlasak, sonra yeniden yazsak. Elbette mümkün değil. Ne yazık ki toplumların değişimi öyle çabucak olamıyor.
Clarissa Estes (3) diyor ki:
“Kızlar sessiz, uysal, uyumlu, her şart altında nazik olmak üzere eğitilir ve böyle oldukları sürece ödüllendirilir. Halbuki ‘Baskıcı şartlar altında sadece nazik olmanın ödülü, çok daha fazla kötü muameleye maruz kalmaktan başka bir şey değildir. Bir kadın ta bağırsaklarından bilir ki çok uzun süre şirin olmanın, öldürücü bir yanı vardır.’ Nazik olmaya dönük bu ilk eğitim, kadınların sezgilerini umursamamalarına neden olur. Bu anlamda onlara bilerek yok ediciye boyun eğmeleri öğretilmiştir. Bir anne kurdun yavrusuna öfkeli bir gelincik ya da sinsi bir çıngıraklı yılan karşısında ‘nazik olmayı’ öğrettiğini düşünün.”
Söz toplumsal baskılara geldiğinde erkekler de böyle sanki. Büyürken de, yetişkinken de tepki gösterenin tepki aldığı; dayak yediği ve hatta öldürüldüğü bir toplum olduğumuz için çoğumuz susmayı ya da ancak yakın çevremizde işitilen kısık çığlıklar atmayı tercih ediyoruz. Özellikle hukuk sisteminin çalışmadığı bizim mahallede. Bizim mahalle, bizim ülke. Fransa’da çalışan bir arkadaşım, işverenin çalışanın aleyhine koyduğu kurallara “anında” direnç gösterdiklerini anlatmıştı. Hemen o gün, fotokopi makinesinin başında toplanıp eylem yaptıklarını; masalara vurup ses çıkardıklarını söylemişti. Duyar gibiyim, “Biz böyle eylemler yapsak, toplu işten çıkarmalar olur” dediğinizi. Olabilir, yüksek ihtimal dahilinde. Yine de başkaldırmanın bin bir yolu olsa gerek. Henüz çoğumuz bilmesek de. Mesela Sevgi Soysal’ın koğuş günlerinde nasıl tepki verdiğini Tomris Uyar iyi ki Gündökümü’nde yazmış.
“Sevgi Soysal ‘başkalarının koyduğu kısıtlamalara daha katı kısıtlamalar koyarak başkaldırma’ diye açıklamış koğuşta yaptığı cimnastiği. Haklı. Hele o koğuşlarda. Erken kalkman buyuruluyorsa, daha erkenciyimdir. Konu temizlikse, tıkanmış kuburu öğürmeden açabilirim; faşizm uygulanacaksa, ben daha amansız bir faşizm uygularım kendime. Yeter ki özgürlüğüm alınmasın da, ben armağan edeyim.” (1)
O kendi deyimiyle ‘kendi coğrafyasında’ (kendi varlığında) baskıyı ‘tesirsiz’ kılan bir yöntem uygulamayı seçmiş. Kelly’lerin ve bizim mahalledekilerin de önünde engeller, dönemeçler, uçurumlar olabilir. Fakat basit bir “hayır” ya da “evet” diyebilmenin bile o çizilmesi zor sınırından başlayarak, “Başkaldırıyorum, öyleyse varız!” (2) diyerek yüksek bir duvarı aşmak gibi bir yolları da var.
(1) Gündökümü, Tomris Uyar
(2) Albert Camus
(3) Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa Estes
(4) Kara Su, Joyce Carol Oates, Çeviri: Nihal Yeğinobalı