Israr Ediyoruz: Max Roach, “Freedom Now Suite”
Sanat özgürleştirir!
Özgürlük ve sanat kelimelerinin başlı başına bir yığın klişeyle her gün yeniden üretildiği düşünüldüğünde, insanın kimliğini ve varoluşunu sorgulayarak yeniden kurgulamasına yönelen, çok katmanlı ve derin (çoğunlukla da protest) eylemlilik hallerini taşıması gereken iki kelimelik kısacık ama devasa bu cümle nasıl klişe olmasın ki.
Kaçıncı dünya ülkesi olduğu belirsiz, sömürge toplumlarından hallice ama görünürde oldukça “özgür”, neticelerdeyse çoğunlukla kötünün iyisine ve pasifliğe sığınmış, “kurtarıcısına” minnet duy(urul)an/borçlu ol(durul)an ve dolayısıyla geçmiş anlatıların kabulleriyle yaşayan, özleri çoktan iğdiş edilmiş kültürlerin mozaiği bir ülkede, sistemin parçası olmadan yaşama uğraşı vermeye çalışan biri olarak; kendimi/dertlerimi dünyanın her köşesinde tahakküme ve ayrımcılığa dair sesini yükseltmiş olanlarla birlikte düşünerek sorumlu tutuyor, müzikle kurduğum bağı bu anlam üzerinden kurgulayarak güç almaya çalışıyorum. Hiçbir yerli olarak her yerli olmaya istem dışı bir yöneliş gibi.
Dört tarafı sanal platformlarla tutsak edilmiş her gün onlarca kez değişen gündemin/güncelliğin bir düşüncede sabit kalmaya ve o düşünceyi besleyip özgül alanlarda gerçek bir varoluşa ve eylemlilik haline dönüştürmeye mahal vermemek üzere kurgulandığı çok açık. Ama ısrar ediyoru(z)m.
Bu doğrultuda sanatsal bir anlatı olarak müziğin, eğlenceden/duygusal katarsisten ayrıldığı zeminlerde durarak sorular sormayı, biçimden/teknikten bağımsız tutmadan anlamı ve varoluşu üzerine sürekli bir düşünme ve tartışma halinde olmayı içselleştirmenin elzem olduğu bir kırmızı çizgide durulması gerektiğine inananlardanım. Kelimelerden uzak bir alanın toplumla kuracağı bağ, onu düşünen ve uygulayan bireyin toplumla kurduğu bağın bilinçli yönelişinden gelecektir çünkü -ki kelimelere yakın olsa da değişmezdi-.
…
“Medgar Evers 12 Haziran 1963’te öldü. Malcolm X, 21 Şubat 1965’te öldü. Ve Martin Luther King Jr. da 4 Nisan 1968’de öldü. Beş yıllık sürede bu üç adam da suikasta kurban gitti. Karaderiliydiler ama onları bağlayan tenlerinin rengi değildi. Hayli farklı muharebe meydanlarında savaştılar. Ve hayli farklı şekilde. Ama sonunda üçü de tehlikeli sayıldı, bu yüzden de harcanmaları mümkündü. Çünkü ırksal karmaşanın sisini ortadan kaldırıyorlardı.” (1)
Bundan atmış yıl önce, sınıf ve sivil haklar mücadelelerinin yükseldiği, kaçınılmaz olarak da ciddi bir ideolojik karşı çıkışa doğru evrildiği bir dönemin aciliyetiyle Max Roach, özgürlüğü hemen şimdi istemekte ısrar ettiklerini deklare eden ve başlı başına politik bir protestonun sesi olmaya soyunan avangard bir albüm yayınladı. We Insist! – Freedom Now Suite.
Bestecisi ve aranjörü Roach tarafından siyahilerin kölelikten başlayarak güncel tahakküme dek uzanan tarihinin canlandırıldığı müzikal bir özgürlük çağrısı olarak, lineer ve bir nevi kronolojik bir anlatımla kurgulanan süit formundaki albüm, baştan sona davulcu Roach ve vokal Abbey Lincoln’ün taşıyıcılığındadır. Albümdeki ritim ve insan sesinin ana karakterleri oluşturması, yalnızca siyahilerin yaşam mücadelesinin merkezinde olan blues geleneğine sağlam bir şekilde kök salmakla kalmamakta, aynı zamanda ritim ve insan sesinin müziğin antik arketiplerinin temel öğeleri olması bakımından We Insist!’in zamansız evrensel bir başkaldırı anlatısına da dönüşmesini sağlamaktadır. -Çünkü her dönem her coğrafya kendi siyahilerini yaratmayı sürdürmüştür; ekonomik sınıfları, etnik kökenleri, kara derileri, dişil bedenleri, yaşamsal tercihleriyle ötekileşen. Elbette ötekileşenlerin içinde de kümeler sonsuza uzanmakta, ayrışma ve hiyerarşi bölünerek çoğalmaktadır.-
Albüm Roach’ın, vurmalılarda tematik bir doku yaratılarak geliştirilen poliritmik bebop stilinden 1960’ların daha özgür ve sert avangard tarzına geçişini simgelemektedir. Aynı zamanda Roach için bir dönüm noktasıdır. We Insist! piyasaya sürüldükten sonra Roach bir daha asla toplumsal önemi olmayan bir müziği üretmeyeceğini açıklayarak, Afro-Amerikalı caz müzisyenlerinin, çalgılarında ustalıklarını kanıtladıklarını ve artık yapmaları gerekenin, kendi halkının dramatik hikayesini anlatmak üzere becerilerini kullanma gerekliliği olduğunu belirtmiştir.
…
Max Roach, 83 yıllık yaşamındaki uzun müzik üretiminde, caza her dönem yenilikler/değişimler getiren bir avuç müzisyenin arasındadır. Cazın sınırlarının çok ötesine geçen üretimleri ile stilin belirsizleştiği Roach’ın virtüözitesi, her şeyden önce meydan okumayı kendine yönelten asi bir müzisyenin dışavurumudur.
Caz tarihindeki mihenk taşlarının neredeyse hemen hepsiyle çalışmış olan Roach, müziğe bebop’ın erken döneminde, 1940’larda başlar. 50’lerde hard bop, 60’larda post-bop, avangard caz ve gittikçe özgür cazın içinde sorular soran yaratıcı yaklaşımıyla cazın değişen dönemlerinin ana aktörlerinden biri haline gelir.
Roach, Charles Mingus’un müzisyenler tarafından işletilen ilk plak şirketlerinden biri olarak 1952’de kurduğu Debut’a destek verir. Roach ve Mingus, “fazla beyaz ve pop” buldukları 1960 Newport Caz Festivali’nin siyahi müzisyenlere yönelik tutumunu protesto etmek için Newport’ta alternatif bir festival düzenler. Aynı yıl Roach, siyahi halkların eşitlik mücadelesi üzerine bir süit olan We Insist! Freedom Now Suite için şair, oyun/söz yazarı sivil haklar aktivisti Oscar Brown Jr. ile işbirliği yapar.
1960 yılında müzikal olarak açık bir şekilde politik aktivizme yönelen Roach, 1970’lerin başında çığır açan vurmalı çalgılar topluluğu M’Boom’u kurar. Avangard deneyselliğiyle M’Boom, “dünya müziği” ile Amerikan cazını aynı potada eriterek modern müzikteki primitif anlatının eskimeyecek başyapıtlarını üretir. 1972’de Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan Roach, 1980’lerde özgür doğaçlamanın öncülerinden piyanist Cecil Taylor ve saksafoncu Anthony Braxton gibi avangard müzisyenlerle ortak üretimler yapar.
…
Siyahiler için sivil haklar mücadelesi yürüten NAACP, 1963 yılında gerçekleşecek olan Kurtuluş Bildirgesi’nin 100. yıldönümü için Roach ve Oscar Brown Jr.’dan bir parça bestelemelerini ister. Farklı politik eğilimleri olan Brown ve Roach özgürlük temasında ortaklaşmışlardır. Ancak 1960 yılının başlarında Afro-Amerikalılar’ın sivil hak mücadelelerinde kritik kitleye ulaşılmak üzeredir. 1 Şubat 1960’ta Greensboro’da başlayan öğrencilerin oturma eylemlerinin ardından mitingler, yürüyüşler ve oturma eylemleri bir çığ gibi çoğalır. Müzisyenler, yazarlar ve görsel sanatçılar her geçen gün seslerini harekete dahil ederek protestoları büyütmektedir.
Dönüm noktası niteliğindeki Kurtuluş Bildirgesi’nin yüzüncü yıl kutlamalarında performans sergilemek için sözleşen Brown ve Roach, protestoları ve sivil haklar hareketini desteklemek için acil bir şekilde yeni bir projeye yönelerek, We Insist! özgürlük süiti üzerine çalışmaya başlar. Albüm, ABD’deki siyah kültürün kronolojik tarihini içerir. Beş parçadan oluşan albümün her bölümü, sıralı bir şekilde kölelikten güncel sivil haklar mücadelesine, özgürlükten Afrika bağımsızlığının tanınmasına dek yol almakta, siyahiler üzerindeki tahakkümü tarihsel bağlamıyla ele alarak özgürlükte ısrar eden bütünlüklü bir başkaldırı anlatısını oluşturmaktadır.
Süit, iç savaş öncesi köleliğin açık bir anlatımı ile açılır; Driva’ Man kölelik zamanlarında kadınları cinsel ilişkiye zorlayan beyaz denetçinin tasviridir. Her ölçünün ilk vuruşunda bir tef tarafından belirgin ve sürekli bir şekilde hissettirilen 5/4’lük aksak ritim, eşitsizliği ve zorla çalıştırılma imgelerini canlandırmaktadır.
İkinci parça köleliğin bir uzantısı olarak Freedom Day; 1865’te resmi yasa haline gelen Özgürlük Bildirgesi’ne yanıt olarak kurtuluş gününe dair beklenti, gerilim, şüphe ve korkuyu taşımaktadır. Albümün ve mücadele yolunun tam ortasındaki Triptych: Prayer, Protest, Peace, siyahilerin Afrika ve Amerika’da yaşadıkları zulmün betimlenmesidir. Yüzyıllar boyu yaşatılan sistematik işkencelerin, “insan” sayılmamaların ve vahşetin korkusu duadan protestoya dönüşürken; dayanılmaz acıların öfkesiyle özgürlük için her şeyi göze alan ötekinin kontrolsüzce büyüyen çığlığına güç veren, bilinçdışında kümülatif olarak birikerek soyağacı ile aktarılan zulmün şiddetini de içeren çok katmanlı bir protestodur. Özellikle bu bölümde Abbey Lincoln’ün sözsüz vokalleri, çığlıkları ve sarsıcı doğaçlamalar bir kez duyan kişiyi dönüşsüz bir şekilde etkileyecek denli güçlüdür. Tekâmül ve isyanın diyalektik ilişkisi ile barışa ulaşmanın mümkün olabileceği öngörüsü sonuçta Afrika’daki özgürlük mücadelelerine bağlanır.
All Africa, Afrika’nın kölelik öncesi geçmişine ve geleneklerine bir saygı duruşudur. Afrika dans ritimleri ile blues’un temel yapısı “call&response” (soru&cevap) şeklinde ilerleyen parçada Nijeryalı perküsyoncu Babatunde Olatunji davulda poliritimlerle Lincoln’e eşlik eder. Lincoln vokalde, Bantu, Zulu, Watusi, Herero, Mashago, Gebo, Matundo, Congo, Ibo, Dahomey, Kikuyu vb. gibi Afrika kabilelerinin isimlerini söylerken, Olatunji her kabilenin özgürlükle ilgili bir sözünü kendi Yoruba lehçesinde anlatır. (2)
Albüm anlatısının bir özeti niteliğinde olan kapanış parçası Tears for Johannesburg, albümün kaydedildiği yıl yaşanan Güney Afrika’daki Sharpeville Katliamı’na bir yanıttır. Her parçanın karakteristik özelliği ara ara görünmekte olan bu ağıtta, acının kelimeleri aştığı noktada yeniden sözsüz vokallere dönülmüştür.
…
Sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik… Karşı çıktığımız kavramlarda ne kadar çok ortaklaşıyoruz. Salt sonuçlara sövüp sövüp duran çoğunluk. Peki bu düzenden rahatsız olan ve rahatsızlığını dillendiren yığınla insan, kuruluş, politik hareket varken neden her gün yaşam koşullarımız çetinleşiyor? Kazanılmış olduğunu düşündüğümüz haklarımız neden her gün elimizden bir bir alınıyor? Bu denli mi pasifiz? Ya da bu haklar gerçekten kazanılmamış mıydı? Neden her gün fakirleşiyoruz insanlıkta, yaşamda ve doğada? Cevaplar bulanık, girift ve gizil. Önemli olan soruları karşıya yönlendirmeden önce kendimize doğrultabilmekte, önce kendimizde arayabilme cesaretini gösterebilmekte.
Sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik… Karşı çıkışta ortaklaştığımız yapıbozuma uğramış doğrultusuzca havada salınan bin yıllık gerçekler. Nereden gelip nereye gidiyorlar? Nereden gelip nereye gidiyoruz?* Doğrultu kazandırmalı, öznelere yönlendirmeli, eylemlilik hali ile buluşturmalı. İhtiyacımız olan sanal değil gerçek mecraların gerçek zamanlarında tahayyül gücünü yeniden kurgulamak. Önce kaybolan zamanı bulmak, sonra bu zamanın mecralarını ve hâllerini kurgulamak.
Özgürlüğün karşısında tahakküm kadar inançsızlık da var. Özgürlüğün gerçekleşeceğine inanmak, nasıl kullanılacağının ağır sorumluluğunu da taşımak anlamına geliyor çünkü.
“Özgür olsanız ne yapardınız?” sorusu “Özgür olmak için ne yapmalı?” sorusuyla iç içe sanıyorum.
Roach özgür olmanın gerçekte ne anlama geldiğini asla anlayamadığımızı söyleyerek Freedom Day’in bit(e)mediğini ve büyük bir soru işareti ile sonlandığını belirtmiş. Albüm aynı zamanda siyahilerin/zulme uğrayanların duygusal karmaşası ve inanç çatışmasını da yansıttığı için özeleştiriye yönelen, soruları önce kendine doğrulttuğu için evrenselleşen ve atmış yıl sonra yerkürenin herhangi bir yerinde herhangi bir ezen/ezilene uyarlanabilen yapısından dolayı zamansız bir başyapıttır.
…
Özgürlüğe doğru daha ısrarcı olacağınız bir yıl dilerim.
https://www.youtube.com/watch?v=SAzTCfZod4c
Görsel: We Insist! – Freedom Now Suite albüm kapağı, Greensboro oturma eylemlerinden bir kare.
(1) Baldwin, J. (2019). Ben Senin Zencin Değilim. (Raoul Peck, Der.). Raoul Peck: Giriş, Kişisel Bir Not (s.9) İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
(2) H. Harold. (1963). The Meaning of the ‘Freedom Now Suite’. The New African Magazine.
*Nâzım Hikmet şiiri: Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz?