Bazıları için başlamak, çok meşakkatli bir iştir. Bırakın yeniden doğmayı, “ilk doğmak” bile başlı başına bir imtihandır onlar için. Elinde olmayan sebepler, onu hayata “eksi 1”den başlatır.
Annemin altıncı çocuğu böyle bir kaderi yaşamıştır. Beş çocuğunu köyünde doğurmuş olan annem, köyde ekonomik sıkıntılar ve eğitim yetersizliği baş gösterince 70’lerin ortalarında babaannemin verdiği tek bir yatakla, babamı da alıp İstanbul’un yolunu tutmuş. İşte o yatak, sevgili ailem için beş çocukla yetinilmeyeceğinin bir emaresi olmuş. Annem her ne kadar ameliyat olup, doktorlar tarafından “Bundan sonra çocuğun olmayacak” diye içi rahat ettirilse de köyden getirilen yatağın tılsımı onların peşini bırakmamış.
“Bir daha çocuğun olmayacak” garantisini içeren bu ameliyat, şu yalan dünyadan yediği ilk gol olmuş altıncının. Ameliyat olmasına rağmen, altıncı çocuğuna hamile kaldığını duyan kadın büyük bir şok geçirmiş. Neyse ki bu olaydan sonra durum altıncı çocuk için beraberlikle sonuçlanıp ilk yarı bu skorla bitmiş.
Başını yakan doktorlara tekrar başvurup, “Bu sefer de kürtaj olayına gireyim” demiş annem. Maç tam da berabere bitecekken annemin kürtaj kararı, bütün umutları suya düşürmüş. Durum 2-1. Hastanenin yolu tutulmuş. Kürtaj olmak için sıra beklenirken, ne tesadüftür ki, o sırada kürtaj operasyonundan yeni çıkan komşuları Kiraz Hanım’ı karşısında bulan annem, kadının acılar içindeki perişan halini görünce, ofsayta düşerek kürtajdan vazgeçmiş. Durum 2-2.
Tam maç bu skorla bitti derken, doğuvermiş tekne kazıntısı. Sen, binlerce rakibini alnının teriyle geç, birinci ol; ama başına gelmedik iş kalmasın. Hadi birinci oldun, e kalsana ananın şeyinde, karnında. Ekmek elden su gölden. Oh ne âlâ memleket!
Aklıma Mevlâna’nın bir sözü geldi. “Anne karnındaki, ‘doğmak’ istemezmiş; doğan, ‘ölmek’ istemezmiş; giden de ‘dönmek’ istemezmiş.” Umarım doğrudur. Ne zaman ki çok yakınlarımdan birilerini kaybetsem, hep bu sözün son kısmı gelir aklıma: “…giden dönmek istemezmiş.”
Altıncı çocuk, bunca badireyi atlatıp sıcak yuvasına geldiğinde çok mutluymuş; ancak bütün bu yapılanların, -dillendirilmemesi gerektiği halde- çocukluk boyunca (güya) şaka yoluyla da olsa, ısıtılıp ısıtılıp önüne konulması, bilinçaltında tamiri zor yaralar açmış. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, daha eli ekmek tutmadan borca girmesi de tuzu biberi olmuş. Hastanede, annesinden önce kürtaj operasyonu geçiren Kiraz Hanım, altıncı çocuğu nerede görse, “Bana bir bilezik borçlusun, ben olmasam annen seni aldıracaktı” lakırdılarıyla yarasına kaya tuzlarını basıveriyormuş. Alacağını alamadan göçen Kiraz Hanım’a mı üzülsün, borcunu ödeyemediğine mi üzülsün, bilememiş.
Altı numaralı arkadaş, kendi kendine telkinde bulunarak, annesine ve babasına da ekonomik nedenlerden dolayı bir şekilde hak vererek, yaşamış olduğu “istenilmeyen evlat sorunu”nu az da olsa gidermiş.
Eğer altıncı çocuk bunca badirelerden sağ salim çıkmasaydı siz bu satırları okuyamayacaktınız. Halbuki o kıyamamıştı evin ilk çocuğunun nüfustan düşerken, ailenin çocuk sayısından da düşülmesine. Ailenin ilk bebeği, yaşını doldurmadan vefat edince, yıllar içinde esamesi okunmaz olmuş. Altıncı çocuk bu durumu, yurtdışına giderken, gerekli olan işlemlerde nüfus müdürlüğünden aldığı evraklarda fark etmiş. O tarihten sonra, “Kaç kardeşsiniz” diye soranlara da “Yedi kardeşiz, ben yedincisiyim” dermiş.
Diyeceğim o ki, her başlangıç güllük gülistanlık olmuyor. Kimileri de feleğin çemberinde fırdöndü olup, “eksi 1”den başlıyor; ama yine de her şeye rağmen hayat yaşamaya değer. Nâzım Hikmet’in de dediği gibi: “Yaşamak güzel şey be kardeşim.”