Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

(1881 Viyana-1942 Petropolis)

Yeniden başlamayı defalarca deneyen bir yazarın acıklı yaşam öyküsü

1881 yılında Viyana’da doğan Stefan Zweig, Yahudi kökenli bir ailenin ikinci oğludur. Annesi ev kadını, babası zengin bir tüccardır. Çocukluğu ve ilk gençliği bolluk içinde geçen Zweig, ne yazık ki Avrupa’nın en kara günlerini yaşayacak, iki dünya savaşını da görecek ve daha İkinci Dünya Savaşı başlamadan, Naziler’in güç kazanmasıyla birlikte, vatanını terk etmek zorunda kalacaktır.

 

Viyana ve Berlin üniversitelerinde eğitim alır. İlk eserleri, felsefe doktorasını tamamlarken gazete ve dergilerde yayımlanmaya başlar. Sonraki yıllarda da yazmaya hiç ara vermez. Roman, öykü, biyografi, deneme ve şiir gibi edebiyatın hemen hemen her dalında yaptığı çalışmalar, kısa sürede Avrupa’nın en tanınan ve sevilen çağdaş yazarı olmasını sağlar. Realist stiliyle göze çarpat ve keskin bir yazım tekniği kullanır. 20. yüzyılın başlarındaki gündelik hayatı en ince ayrıntısına kadar betimlerken, psikanalitik öğelerden de yararlanması, eserlerine farklı bir boyut katar. Çok perspektifli bakış açısıyla her kesimden okuru edebiyatla tanıştırır.

 

Genç Zweig zengin ailesinin olanaklarını kullanarak Asya, Afrika ve Amerika kıtalarına uzun yolculuklar gerçekleştirir. Maceracı ruhunun peşinden giderek yazdığı hikâyelerle eve her dönüşünde kitaplarının satışı artar, eserleri yabancı dillere çevrilir (Amok Koşucusu, Korku).

 

Zürih’te yaşadığı yıllarda Avrupa barışı için çalışan bir topluluğa üye olur. Bu dönemde savaş çığırtkanlarına karşı çıkar ve kendi düşüncelerini yüksek sesle açıklamaktan hiç çekinmez. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte askere çağrılır. Ancak savaşmayı reddedince suçlu duruma düşer. Değerini bilen dostlarının yardımıyla ona yeni bir iş bulunur ve savaş süresince askeri arşivde çalışmak zorunda kalır.

Savaş bitince yeniden ülkesine döner, Salzburg’a yerleşir. Edebi anlamda en verimli günlerini yaşamaktadır. Eserleri birbiri ardına yayımlanır ve tüm Avrupa onu okumaya devam eder. Saygın yazarlarla tanışır (Maxim Gorki, James Joyce). Onlarla kurduğu dostlukları son gününe kadar yazışarak sürdürür. Gazeteci ve çevirmen olarak çalıştığı yıllarda özellikle Baudelaire ve Verlaine’in eserlerini Alman diline kazandırır.

 

İlk karısı Friderike’yle evlenmesi Zweig’ın kendi vatanında geçirdiği bu mutlu günlere rastlar (1920). Ancak ileri görüşlülüğü ona huzur vermez. Nasyonal Sosyalistler güçlendikçe, Zweig okunması sakıncalı yazarlar arasında anılmaya başlar. Kitaplarının basımı durdurulur. Bununla da yetinmeyen Naziler, kendi bakış açılarına uygun olmayan bütün kitapları yakar. Elbette Zweig’ın eserleri en önce yakılanlar arasındadır. Naziler bir sonraki aşamada “Yahudi yazar evinde asi güçlere ait silah saklıyor” bahanesiyle evini basar. Etrafı birbirine katmalarına rağmen aradıklarını bulamaz ancak kendilerini nefretle izleyen yazara gözdağı vermeyi başarırlar. Sadece İsveç devleti bu haksızlıklara karşı çıkar ve sakıncalı yazarların eserlerini basarak Avrupa’da yayımlamaya devam eder. İlk sırada elbette Zweig’ın kitapları vardır.

 

Barışçıl bir dünyayı umutsuzca özleyen Zweig, korkularıyla boğuşurken Naziler’in gücüne teslim olmamak için Londra’ya göç etmeye ve orada yeniden başlamaya karar verir. Karısını korumak için ondan boşanır ancak dostlukları Zweig’ın hayatının sonuna kadar sürecektir. Bu yolculukta kendisine sekreteri Charlotte refakat edecektir.

                                 

“Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”  Zweig’ın bu sözleri hiçbir karşılık bulamaz. İnsanlar ölmeye ve öldürmeye çılgın gibi devam eder. Önceleri Londra ona savaştan yeterince uzakmış gibi gelse de Naziler’in peşinde olduğu düşüncesi giderek Zweig’ın üzerine bir kâbus gibi üzerine çökmeye başlar. Nefes alamadığı bu ortamda paranoyalar üstüne çullanır, çalışamaz hale gelir. Lotte ona her durumda bitmeyen bir sevgi ve inançla destek olur. İki yıl sonra evlenirler (1934).

 

Yahudi düşmanlığı bütün Avrupa ülkeleri arasında bilinçsizce yayılmaya başlamıştır. Vatanı bir cehenneme dönen Zweig, kaçabildiği kadar uzağa kaçmak ister. Yeniden başlamak, yeniden huzur bulmak ve yeniden yazmak tek amacıdır. Bu nedenle yeniden yola çıkar. Bir gemiyle önce New York’a, sonra gençliğinden hatırladığı Brezilya’ya ulaşır. Bu uzak ülke onu dostlukla karşılar; burada da tanınmakta ve sevilmektedir. Ona sürekli oturma izni verilir, ayrıca çalışmalarını rahatça sürdürebilmesi için güzel bir ev hediye edilir. Satranç adlı ünlü romanı bu evde tamamlanacaktır (1941).

 

Ancak Zweig aradığı huzuru burada da bulamaz. Depresif düşünceler onu günden güne yıpratır. Günün birinde vatanına kavuşma umudu kalmamıştır. Naziler’in egemenliği hiçbir zaman bitmeyecektir. Avrupa’nın kendi kendini yok ettiğine ve bu durumun bir geri dönüşü olmadığına inanır. Vatansız olmanın acısı içine işlemiştir. İşte bu düşüncelerle artan duygusal rahatsızlıkları onu bu dünyadan kopartmaya başlar.

 

1942 yılında, Şubat ayının 22’sini 23’üne bağlayan gece yüksek dozda Veronal alarak yaşamına son verir. İkinci karısı Lotte, o olmadan yaşamak istemediği için, bu son yolculuğunda Zweig’ı gene yalnız bırakmaz. Yan yana yatağa uzanır, el ele tutuşup bu acımasız dünyadan kendi istekleriyle ayrılırlar.

 

Stefan Zweig ardında bıraktığı veda mektubuna Brezilya devletine teşekkür ederek başlar. Burada sevgiyle karşılanmış, yeniden huzur bulmuş, yeni bir yaşama ve en önemlisi yeniden yazmaya başlamıştır. Daha sonra kendi tükenmişliğinden söz eder. Anadilinden ve köklerinden uzak kaldığından yakınır.

 

Bütün dostlarıma selam olsun. Umarım uzun gecenin ardından gelen sabahın kızıllığını görmek size kısmet olur. Ben, sabırsız bir kişi olduğumdan önden gidiyorum.”

 

Bunlar Stefan Zweig’ın kaleminin yazdığı son sözcüklerdir.

 

Ülkemizde de çok sevilen ve çok okunan yazarın hemen hemen bütün eserleri dilimize çevrildi ve çevriliyor. Bu nedenle onu yakından tanıyoruz. Ancak aynı zamanda bir şair olduğunu da hatırlatmak amacıyla, Zweig’ın gençlik günlerinden kalma kısa bir şiirine yer vermek istiyorum.

 

Gümüş Sayfalar (1901) isimli şiir kitabından:

 

Odamda Bir Kış Günü

Akşamın alacasına çöktü sis

Acımasız, kara, aksi suratlı bir kış günü

Fırtına şarkı söylüyor. Ağır damlalar çekiç darbesi gibi

Bulanık camlara vurdukça vuruyor.

 

Ben sessizim, kömür ateşinin kıvılcımlarına dalmış düşünüyorum

Daracık oda ılık ve güvenli

Pazar gününün rahatlığı sinmiş. Yumuşak tabanlarıyla

Adım adım yaklaşan hep özlenen bahar rüyası.