“Rejans’a yıllar önce bir arkadaşımla gitmiştim ama buraya gelmek ancak şu ana kısmetmiş.”
Ayaspaşa Rus Lokantası’nın eski ahşap masalarından birinde otururken, bunu düşünüyorum. O keskin, savunmasız bulduğu el ve yanakları affetmeden bıçak gibi kesen, aralık ayına özgü o zalim soğuk; az ötemdeki küçük kapının dışında kaldı. Etrafı inceledikçe, beynimin içinde bir ileri bir geri yürüyen, “keşke”lerle başlayan cümleleri atıyorum bir kenara. “Madem şimdi, öyleyse en doğru zaman şimdi, tam şu an,” diyorum içimden, “boşver!” Nazik garsonun önüme koyduğu sarı votkadan bir yudum alıyorum, sonra bir tane daha, bir tane daha… İçim giderek ısınıyor. Fonda “Ochi Chernye” çalıyor. Bu besteyi seviyorum ve kendisini nerede, ne zaman duysam, 2007’nin (yine) Aralık ayında Rusya’ya yaptığım seyahat geliyor aklıma: Moskova’dan Saint Petersburg’a trenle giderken, yan koltuktaki yaşlı hanımın kulaklıklarından akıp, benim kulaklarımın kapısına gelip dayanan “Ochi Chernye”… Gülümsüyorum. Hiçbir şey tesadüf değil mi gerçekten? Bembeyaz masa örtüsünün üzerindeki zarif karafın içinden bana bakmakta olan sarı votka; o gezideki yerel rehberimiz, sarışın Yulia’dan öğrendiğim Rus atasözünü hatırlatıyor: “Çirkin kadın yoktur, az votka vardır.” Dudaklarımı büküyorum. Peki, çirkin bir adamın karşısındaki kadın; şişelerce votka içse bile, aynı etki ortaya çıkabilir mi? Sanmam. Votkanın erkekte yarattığı o Sindirella mucizesi, kadına vız gelir tırıs gider bence. Bir kahkaha patlatsam şimdi, yan masada kös kös oturan, birbirlerinin yüzlerine bile bakmadan, usul usul yemeklerini yiyen şu çifti rahatsız eder miyim acaba? “Çay, votka gibi bol bol içebileceğimiz bir şey değildir bizim,” de derdi Yulia, değil mi? Frene basıyorum sonra. “Sen Rus değilsin, aman ha!” diyen iç sesim, işaret parmağını sallayan bir anne gibi karafın içinden çıkıyor sanki. Dikkatimi bulunduğum ortama vermeye başlıyorum. Nerede, ne var, her detayı beynime kazıyorum.
Basık bir tavan… Rusya’da gittiğim tarihi kafe ve restoranlar, basık tavanlarıyla aklımda kalmış nedense. Dondurucu bir coğrafyada, mekânları daha kolay ısıtmak için mi acaba? Mümkün. Aynı hissi bu Rus lokantasına da vermek istemiş olabilirler, kimbilir… Girişte, işletmenin kurucuları, Macar göçmeni Judith Krischanovski (namı diğer “Kontes”) ve kendisinin Beyaz Rus kocası Ivanovich Kreschanovsky’nin siyah beyaz fotoğrafları… Ayaspaşa bu çift tarafından 1943’te açıldığında, sadece yirmi beş kişilik bir lokantaymış. Kontes kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerle nam salınca, mekânın da şöhreti almış başını gitmiş. Hey gidi… “Bâki kalan bu kubbede bir hoş bir sadâ imiş…” Ortam; aydınlatması ve ayrıntılarıyla sıcacık, rahatlatıcı… Ahşap masa ve sandalyelerin, hatta ahşap barın, zarif kristal avizelerle yakaladığı şaşırtıcı uyum gözlerimi okşuyor. Beyaz duvarlara sarı ışık yaymakta olan, Çek camından yapılma ferforje apliklerdeki bronz çocuk figürinlerine bakmaya doyamıyorum. Oturmakta olduğum masanın yanındaki duvarda asılı olan “Le Petit Parisien”in kapağında Çar 2. Nikolay, eşi Aleksandra Fyodorovna ve kızları Olga ile resmedilmiş. Gazetenin sağ üst köşesi, 20 Eylül 1898 tarihini gösteriyor. Boş masalardaki beyaz dantel örtüler, sağdaki piyano, piyanonun üzerindeki ışıklı küçük çam ağacı ve az ötedeki duvarda, ağlamasına ramak kalmış gibi bakmakta olan küçük Rus kızın portresi beni bambaşka bir zamana ışınlıyor. Lokantaya daha önce onlarca kez gelmişim gibi sanki… Hem öylesine tanıdık bir his hem de ilk tecrübelerin insan ruhunda uyandırdığı o cezbedici, şaşırtıcı, kışkırtıcı duygu, ne tuhaf… Dilbilimci yazar Jak Deleon, “eski bir dost evi” benzetmesini yapmış Ayaspaşa için, çok haklı…
Rus, Avusturya ve Macar yemeklerinden oluşan zengin menüden ne seçeceğime karar vermeye çalışırken, ister istemez Rejans’ın ortamıyla karşılaştırıyorum burayı. Fiyatları daha makul, ortamı daha samimi buluyorum. Borş çorbası ile Viyana usulü şinitzel söylüyorum. Sipariş ettiklerimi beklerken, yanı başımda asılı o gazete sayfasına dalıp gidiyor gözlerim. Dünya tarihi; aslında tesadüfler silsilesinden ibaret, uzun, upuzun bir süreç… 1917 Devrimi olmasaydı eğer, Beyaz Ruslar da olmayacaktı muhtemelen. Bolşevik İhtilali olmasaydı, çoğunluğu Beyaz Ordu subaylarından oluşan Beyaz Ruslar; Karadeniz üzerinden İstanbul’a hiç gelmeyecek ve İstanbul da bugünkü İstanbul olmayacaktı belki ama bu insanlar bu topraklardan gelip geçtiler ve eski İstanbul’un uygarlık çıtasını arşa taşıdılar. Pera’yı canlandırdılar, geçimlerini sağlamak için çiçek satan güzel kızlarını pasaj isimlerine ilham kaynağı yaptılar, Türklere plaj kültürünü aşılayıp onların gözlerini mayolara alıştırdılar ve “şıklık, asalet, moda, balo, opera, bale” filan derken, şehirdeki alafranga hayat tarzını frenk memleketleriyle yarışır hâle getirdiler.
Beyaz Rusların yaşadıkları hayat, bulundukları ortama yaydıkları hayat kadar parıltılı olamamış ama 1917’de Çar ve ailesi öldürüldükten sonra, Kızıl Ordu karşısında daha fazla direnemeyeceklerini anlayan bu insanların hayatları girdaba girmiş resmen. Tıpkı bugün başka coğrafyalarda, başka ulusların yaptığı gibi, kendi vatanlarından canlarını kurtarmak için koşarak kaçmışlar ve bunu yaparlarken de, ne asalet görmüş gözleri ne zenginlik… Birkaç güzel kıyafet, yanlarına alabildikleri kadar mücevher, korselerinin içine sokuşturabildikleri kadar para, hepsi bu… Binmişler Sivastopol’dan gemilere, Karadeniz üzerinden ulaşacakları yeni toprakların hayalini kurarak, dip dibe, omuz omuza, rahat bir soluk bile alamadan yolculuk etmişler güvertelerde, günlerce ve gecelerce… Oldukça meşakkatli geçen bu seyahat boyunca kimi karaya ayak basabilmek için parmağındaki yüzüğü bile çıkarıp vermiş, kimi intihar etmiş, kimi aklını yitirmiş, kimi salgın hastalıktan ve kimi de açlıktan yitip gitmiş… İstanbul ve Çanakkale’deki boğazlarda ne kadar bekletildiklerini bile bir süre sonra unutmuş çoğu. Sırf bir kara parçasına adım atabilmek, enselerinde tabanca namlusu hissetmeden yaşayabilmek, “insan” gibi hayatlarına devam edebilmek için bekleyip durmuşlar o gemilerde… Şu umutla ayakta durabilmişler hep: “Zamanında İspanyol Engizisyonu’ndan kaçan Yahudilere cömertçe kucaklarını açmışsa Türkler, şimdi bizi de sarıp sarmalarlar elbet.” Ve gün gelip de, İstanbul’a ayak basmalarına müsaade edilenler; “Spassibo, Constantinople! Şükran, İstanbul!” diyerek minnettar kalmışlar bu şehre. Sığındıkları şehrin, ebedi düşmanları olan Türklere ait olduğunu unutmadan ancak düşmanlığın kendisini unutarak tutunmaya çalışmışlar buradaki hayata. Sayısız kontes tuvalet temizlemiş, nice general uşaklık yapmış, subaylar hamal olmuş, fi tarihinin prenseslerinden ne dadılar çıkmış… Dile kolay, yaklaşık 150 bin Beyaz Rus, İstanbul’da ikinci hayatlarını inşa etmişler silbaştan, çok çalışmışlar ve bundan asla şikâyet etmemişler. Çarlık döneminden kalma kâğıt paralarını ve madalyalarını içlerine koyarak evlerinin bir köşesinde uzun bir süre muhafaza ettikleri “haraşo bohçaları”ndan muhtaç oldukları desteği almışlar, umutlarını öyle canlı tutmuşlar. “Bir gün elbet döneceğiz vatanımıza. Yaşadığımız bu iç savaş, sonsuza kadar uzak tutamayacak bizi toprağımızdan.”
Borş çorbasının dumanı üzerinde tüterken, “6-7 Eylül olaylarında, zarar görmemek için ismindeki ‘Rus’ kelimesini attı restoran,” diyor telefonumun ekranı, “ancak yıllar sonra orijinal ismine dönebildi.”
Dün Beyaz Ruslar, bugün başkaları, yarın kimbilir kimler…
Derler ki: “Bir hata, sadece ilk sefere mahsus olmak üzere hatadır. Tekrarlanırsa, o artık hata olmaktan çıkıp bir seçim olur.” Doğrudur. İnsanlık tarihi, işte bu seçimlerden ibarettir ve tam da aynı sebepten, burnunu lağım çukurundan çıkaramamaktadır çoğu millet.