Sular çekiliyor. Görünmez oluyor ufuk. Gözüm görse, diyorum, yavaşça yavaşça…
Bulutlandı hava, can esrimeleri yitti. Umudu kestik topraktan da. Şifahane kitaplarda bir sözcük şimdi. Taşlar unuttu dilini. Denizin tuzuna kaldık, kuşların diline… Suyun kokusuna geldi ebabil kuşları. Zümrüdüanka yitirdi göğünü. Zehir kusan yele dönüştü bakışlar.
Dokunmak nafile! Herkes bir alev, bir ateş!
Gün döndü biliyorum. Sokakların ışığı karardı. Yeni bir dil yaratmak için bütün hengâme… Doğu’su Batı’sı yok içimizdeki savaşın.
Diyordu ya, kimlikten söz eden Amin Maalouf: “Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız, hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.” (*)
Ama gelin görün ki, kangrenleşen dil ağrıtıyor zamanımızı.
Hadi, düş yola şimdi; ayır ayırabilirsen bir gözünü ötekinden… Birinin bakışına diğeri her zaman muhtaçtır oysa.
Hadi, soğut şimdi bu yangını. Eskimiş bir dilin simsarı gibi bütün yüzler; sanıyorlar ki, kan damlıyor ettikleri her sözden… Oysa, bilmiyorlar ki kan başka yerde…
Şimdi kapanmış bütün yollar, bakıyorum bir sayrılarevinin son nefesleri dindiren mekânından hayatımızın daralan yerine.
Sözü tüketen zamanın bakışlarını aramak da nafile şimdi, biliyorum.
Gerek yok şu ân seferberlik türküsünü dinlemeye. Herkese içindeki sızısının çiziğine bakmak için bir ayna gerek nasılsa!
Bu tufan dilimi ağdalıyor, canımın yongasına dönüşüyor sokaktaki bu yaban dil… Çıksam çarşıya, sır döken göze deyse elim yavaşça yavaşça…
Bu zaman bakışsız biliyorum, bu zaman kör. Herkes biliyor artık itin önünde otun, atın önünde de etin olduğunu.
“Kimyası bozuluyor hayatımızın,” diyor ötelerdeki bir ses… Bir yanıt diğerinden: “Hormonluyuz hepimiz, öne çıkanların günahı bu; hormonlu kafalarla yol almak bu kadar!”
İçimizi acıtan ne varsa aynalara yansıyor. Hadi, çekinmeyin siz de bir ayna edinin kendinize; şöyle küçük, cebinize çantanıza sığdırabileceğiniz kadar… Biraz içinize tutun, biraz da güneşe…
Biliyorum güneşsiz çekilmiyor bu hayat!
Sakızağacının ömrünü güneş yılına göre ayarlamayı da unuttuk nasılsa. Unuttuk sahi! Nasıldı “Nutuk”un açılış sayfasındaki Mustafa Kemal’in ilk sözleri:
“1919 yılı mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ‘Ateşkes Anlaşması’ imzalamış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul durumda. Ulusu ve güzel yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış ve yalnız tahtının koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…” (**)
Şimdi, yalınkılıç bir bakışı kuşanıyor ecel celâlileri… kendini adsızlaştırma zamanının değirmenine su taşıyor her biri.
Elim deymiyor şimdi bu güne, bakışlarım yetişmiyor kısılan sese…
En iyisi şimdi, sizinle, Âşık Veysel’in şu şiirini birlikte okumak sevgili okurum:
Olmasa
Güzelliğin on par’ etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yâreme
İsmin yayılmaz âleme
Âşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’ olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Âşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı Veysel adı
O sana âşık olmasa
_______
(*) Ölümcül Kimlikler, Amin Maalouf, Çev.: Aysel Bora, 2000, YKY.
(**) Söylev (Nutuk), Atatürk, 1978, TDK Yay.