Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Üniversitedeki minik ofis kapımdaki sıcak bir selamlamayla başladı dostluğumuz Feride Çiçekoğlu ile. 20 yıl olmuş, dile kolay. Suyun Öte Yanı kitabındaki satırlarında olduğu gibi tam da: “Bazen ne çok şey paylaşılabilir gözlerin kısacık gülüşünde” der Nihal karakteri romanın başlarında. Öyle bir tanışmaydı bizimki, dayanışma içeren. O dönemde yaşadığım bir haksızlığa karşı tek ses çıkaran kişi o olmuştu. Ona yakışan bir tavır olduğunu düşündüm hep. Yıllar beni şaşırtmadı. Suyun Öte Yanı romanını üniversite öğrencisiyken okumuş olmalıyım ama en çok filminden flulaşmış sahneler kafamda. Adeta bir başka hayattan, bir başka insandan silik izler. Romanın Can Yayınları’ndan çıkan 5. baskısını elime aldığımda o, yepyeni bir roman, ben çok değişmiş bir okurdum artık.

 

Roman, göçmen olan Sıdıka Hanım ve ailesi göçmen olan Nihal; tutuksuz yargılanan ve daha sonra kaçmak zorunda kalacak olan kocası Ertan; yıllar önce adaya kaçan Yunanlı bir avukat; Sıdıka’nın sevdalısı Arap Mustafa ve göçerken sadece evini değil aşkını da bırakanlar üzerine.

 

Bu küskünlük yabancı değil bana. Evlerinden koparılan insanlar kadar, insanları koparılan evler de biraz küserler yaşama. (s. 13)

 

Romanda farklı karakterlerin 1924 mübadelesi, Yunanistan’ın (1967-1974) ve Türkiye’nin (1980-1983) askeri cunta yönetimi sırasında ve sonrasında Cunda Adası’nda yaşadıklarını son derece derinlikli bir biçimde okuruz. Hoyrat siyasi iklimde benzer insan hikâyelerine dokunup dokunup kaçar yazarımız. Yüzlerce sayfaya yayılabilecek olay ve karakter geçişkenliğini, zaman-mekân etkileşimini yoğun bir anlatımla 97 sayfaya sığdırıverir. Romanın satırları arasında gezinirken sinema derslerindeki hoca Feride Çiçekoğlu’nun sesini duyar gibi olurum: “Filmini kısalt çocuğum, senaryoyu uzatma, kes evladım, kes.” Muhtemelen bu uyarıyı önce kendinde uygulamış gibi hissediyorum romanı okurken. Yazarımız, anlatıyı öyle kesip öyle kompakt hale getirmiş ki, okuyucuya çok geniş bir anlam alanı açmış. Cunda Adası’nın Midilli’ye bakan yüzü, taş kahve, Patriça Koyu, adanın dar sokakları, harabeye dönmüş kilise, Sıdıka Hanım’ın pansiyonu, Rumca türküler, insanların o derin özlemi, koyunlarında sakladıkları terk ettikleri coğrafyanın toprağı…

 

Toprakla insan ne kadar sarmaş dolaş! Ne kadar uzaklaşırsa topraktan o kadar yitiriyor insan damak tadını. (s. 47)

 

Romanın ilk bakışta olay örgüsü basittir. Öykü, Giritli olan Sıdıka Hanım’ın işlettiği pansiyona, ailesi Sıdıka Hanım gibi göçmen olan, Kareferye’den gelen Nihal ve kocasının, Cunda Adası’na 1982 yılının Temmuz’unda tatile gelmesiyle başlar. Nihal’in kocası Ertan üniversitede öğretim üyesidir. 1980 askeri darbesi sonrası tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştır. Tatilleri süresince Nihal ve Ertan Cunda’da Sıdıka Hanım’ın pansiyonunda kalırlar. Pansiyon ve Cunda’nın sakladığı tüm ayrıntılar Nihal’in geçmişi hatırlamasına ve Sıdıka Hanım ile ortaklıklar bulmasına yol açacaktır. Sıdıka Hanım’ın hatırladıkları ve verdiği ipuçlarından yola çıkarak adaya gelen Yunanlı avukat hakkında bilgi sahibi olurlar. 1968-1969 yıllarında ilk kez ve daha sonra Kıbrıs Harekâtı öncesi ikinci kez adaya gelen Yunanlı avukat ise Sıdıka Hanım’ın sevdiği Arap Mustafa’nın yardımıyla adadan kaçmıştır. Sıdıka Hanım, Ertan, Nihal ve Arap Mustafa’nın yolları benzer geçmişleriyle, siyasal yükleri ve hüzünleriyle aynı adada kesişecektir.

 

Modern Odysseus’lar,

Ki onlar,

Şarap rengi denize

Gözyaşlarını kattılar.

Suyun öte yanına

Yağmaya gitmediler.

Özgürlük, barış ve dostluk istediler,

Sevgiliden ayrı düştüler. (s. 32)

 

İmgelerle kurgulanmış, yalın ve incelikli diliyle Suyun Öte Yanı, Feride Çiçekoğlu’nun o iflah olmaz ayrıntı avcılığını, gözlemlerinden süzülüp gelen insan hikâyelerini sunuyor okurlara. 1980’lerin politik ortamı günlük yaşam ve iletişim pratikleriyle harmanlanıyor. Postanelerde avuç avuç jetonlarla telefon etmeye çalıştığımız, kuyruklarda bekleyip karşıdan bir alo umduğumuz dönemler bunlar. Bir kişiye ulaşabilmenin, sesini duyabilmenin bugün anlaşılamayacak olan sevincini tekrar hatırlıyoruz romanın satırlarında.

 

Birbirimizi hala bunca özleyişimiz hep ayrılıkla iç içe yaşamışlıktan olmalı. (s. 79)

 

Tüm hüzün, acı ve hoyratlığa inat, Suyun Öte Yanı bir yaşama tutunma ve sevda öyküsü. Romanı yazıldığı günlerden bugüne taşıyan güçlü yanı da bu. Feride Çiçekoğlu, kişisel direnç öyküsünden izler taşıyan, evrensel bir hikâye anlatıyor bize. Ben ise 20 yıllık dostluğumuza dayanarak yazarın yüzünün hep geleceğe dönük olduğunu çok iyi biliyorum.