Marcus’u yemek sırasında masaya çıktığı her seferinde bir süreliğine kapının önüne koydum. Marcus kapıyı açıp onu içeri aldığım zaman, ürkek ve endişeli gözlerle bana bakıyor. Babam bu sabah “Yapma” dedi, “kapının önüne konmak ne demek biliyorsun.”
Babama bunu yapmaktan hoşlanmadığımı ama zorunda olduğumu söyledim. Marcus sahiden de masaya daha az çıkmaya başlamıştı, hem de sadece ikinci günde bunu öğreniyordu! Kendimi içten içe sabır gösterdiğim ve taviz vermediğim için tebrik ediyordum. Marcus’un yemek sırasında ne denli usandırıcı olduğunu bilen babam kolaylıkla bana hak verdi. Son seferinde kapıyı açar açmaz Marcus doğruca kucağıma atladı, kafasını koydu ve onu hâlâ sevip sevmediğimi ya da terk edip etmeyeceğimi araştıran gözlerle bana baktı. Onu sevdim, öptüm, sarıldım, hiçbir zaman bırakmayacağımı söyledim ama o, tüm okşamalarıma rağmen şu kedilere özgü mutluluk gırıltısını çıkartmadan gözlerini yumdu. Marcus’u incitmiştim.
Marcus incinerek öğrenecekse öğrenmesin daha iyi değil miydi? Zaten üzüntü, endişe veya korkuyla herhangi bir öğrenmenin mümkün olamayacağını bilmiyor muydum? Gerçek bir öğrenme, her canlı için, eylemlerine ancak merak, neşe ve kendi doğasıyla uyum eşlik ettiği sürece açığa çıkmıyor muydu? Marcus’a yaptığım şey onun içine istenmeme ve sevilmeme korkusunun tohumlarını ekmekten başka bir şey değildi. Bu korkuyu canlı tutarak belki masaya çıkmamasını sağlayabilirdim; kendiliğinden açığa çıkan o sevinç dolu gırıltıyı ondan alma pahasına elbette.
Bu arada Marcus’un yemek söz konusu olduğunda ne türden bir şam şeytanına dönüştüğünü, sofrada yiyecek bir şey kalmadığında henüz lokmamızı yutmadığımızı umarak nasıl da ağzımızı açmaya uğraştığını ve başka yol bulamamışsa sırtımızdan tırmanıp omzumuzun üzerinden tabağa ulaşmaya yeltendiğini kim görse usancımıza muhakkak hak verirdi. Fakat kendini haklı görmek isteyen bir insanın önünde kim durabilir ki?
Belki bir kedinin neşesi…