Eski ismiyle Bâb-ı Âli yani Cağaloğlu Yokuşu’nu tırmanmak güçtür. Hele ki çocukken… Bir ülkeden başka bir ülkeye geçiyormuşsunuz gibi hissedersiniz, özellikle altı-yedi yaşlarında.
İşte tam bu dönemlerime denk gelir, yokuştan inip çıkarken babamın ceketinden tutup çektiğim zamanlar. Endamlı, uzun boylu bir adamın yanında sürekli onu çekiştiren küçük bir kız ve onun her daim bir yere yetişme çabası. İlk başlarda “Çekme diyorum Özge, ceketimi çekmesene” cümlesini her işittiğimde bozulduğumu hatırlıyorum. Kendimi koskoca kız olarak gördüğüm için tabii. Hızlı olmaya çalışırken olurdu böyle şeyler. Sonra bir gün anladı, henüz küçük bir kız olduğumu ve sadece onun yarısına geldiğimi. Simavi Yayınları’ndan çıkıp Hürriyet’e giderken yolda durdu ve şöyle dedi: “Haklısın Özge, çok hızlı yürüyorum ben, sonunda fark ettim.” O an çok mutlu olmuştum ama belli etmedim, ne de olsa yetişkin biriydim ve bu tepki vermemek demekti.
Babamın vefatının 4. yılı için Müge İplikçi ile konuşurken “Bu sayıda sen de yazsana,” dedi ve ekledi: “Dosya konumuz ‘Sevgiyi beklemek’. Aklımda birden Cağaloğlu Yokuşu geldi. Yokuş üzerine hiç düşünmemiştim oysa. Tarihi bir yokuşun zihnimde sevgiyle temas etmesi ilginç geldi.
Sevgi, kendinin bile ötesinde davranmaktı belki de. Ne kadar zorlandığını bildiğin anlarda bile bunu hissettirmemek, göstermemek ve yaşınla paralel olmayan durumlara ayak uydurmaktı. Bu yüzden aklıma düşmüş olmasındı?
Çocukluk döneminin aslında sevgiyi beklemekle ne kadar alakalı olduğunu düşündüm. Çocukluk, sevgi vermekten ziyade almaktır, beklemektir, var olduğunu hissetmektir belki de. Bunun yaşandığı o yıllara dair sayısız yokuş hikâyemiz geldi aklıma. Yokuş çıkarken Konyalı’da yediğimiz sosisli börekler, yokuş aşağı indiğimizde Borsa’daki öğle yemekleri, Varlık’a uğramalar, toplantılar, etkinlikler… Hepsinin merkezinde aslında bu yokuş vardı. Hikâyeler onun çevresinde şekilleniyor, yaşanıyordu.
İlginç olarak nitelendirilecek bir çocukluk dedim tüm bunları düşünürken. Hızlı yürüyemediğin için çok zorlanmış olsan da şanslıymışsın!
Sonra babamın çok sevdiği ustası Can Yücel ile yokuş aşağı yuvarlanma hikâyeleri aklıma geldi. Ne de coşkuyla anlatmıştı o hikâyeyi. Kafaları biraz güzelken nasıl yokuştan aşağı hızlı adımlarla, hatta uçarcasına koşmuşlardı. Şiir dizeleri tekrarlayarak. Mutluydular, telaşlıydılar ve yokuş aşağı yuvarlanmak tam da bu anlar içindi.
Kadıköylü olarak yokuşlarla olan maceralarım tabii ki bu kadar değil. Uzun yıllardır çok yokuşlu yerlerde oturan biri olarak son yıllarda yine babamla ilgili Yeldeğirmeni yokuşlarındaki hallerimiz aklıma geldi. Bu kez genellikle koşturamıyorduk. Rahatsızdı ve hastalık kelimesini sevmeyecek kadar yaşamak istiyordu. Hiç ses etmeden, havadan sudan bahsederek aklıma gelen tüm eğlenceli hikâyeleri acıyı azaltmak için kullanıyordum.
Geçen yılların ardından baktığımda artık sevginin bir bekleme değil, değiş tokuş olduğunu görüyorum. Ayrıca, sevgiyi beklemek sevebilmeye hazır olmak da demek. Sevginin getirdiklerini; ceketinizin aşağı sarkmasına neden olan kızınıza kızsanız bile onu anlamak için çabalamayı öğrenmek demek.
Sevgiyi beklemek de sevgiye hazır olmak gibi yolcuğun nerede başlayacağı belli olmayan yol.
Bu yolda karşınıza çıkanların şefkati korusun bizi.