Beni tanıyanlar bilir, konuşmayı çok sevmem, üşenirim nedense. Birine bir işi anlatıp yapmasını istemektense kalkar yaparım o derece yani. Okul hayatım boyunca öğretmenlerim, annemle babama veli toplantılarında aynı şeyi söylemişler: “İsmini söyleyip sorduğumuz sorulara cevap veriyor yalnızca, bildiği halde sınıfın geneline sorulan sorulara parmak kaldırmıyor asla.” Oradaki sebep üşenmekten çok sınıfın bilmişi olmaktan korkmamdı. Genelde kısa ve öz konuşmayı tercih ederim, bana sorulan, uzun uzun anlatılan konulara tepki vermeden önce biraz düşünür, evet ya da hayır derim. Karşımdaki beni iyi tanıyorsa onu geçiştirmediğimi, aslında pek çok kişiden dikkatli dinlediğimi, kafamda anlattıklarını değerlendirdiğimi, sonuçta da dürüst bir cevap verdiğimi bilir. Buradaki işin sırrı, dinlemektir, konuşmanın tersine zevkle yaptığım şeydir, dinlemek.
Bu yeteneğimi üniversite yıllarında fark ettim. Yurtta aynı odada kaldığım kızlar, okuldan geliş sıralarına göre bana günlerinin nasıl geçtiğini anlatırlardı. Önce birbirlerine de anlattılar tabii ama nedense kimse diğerini dinlemek istemedi. Dinliyor gibi görünüp kendi sıralarını beklediler heyecanla. Sonunda anladılar ki hakkını vererek ve sözlerini kesmeden ben dinliyorum yalnızca. En yakın arkadaşlarıyla kavgalarını, hoşlandıkları çocuğu, özledikleri ailelerini sıkılmadan ben dinliyordum.
Dinleme konusundaki lisans eğitimimi yurtta tamamladıktan sonra, lisansüstü ve diğer safhalar için hazırdım. Mesleğim gereği ben çalışırken insanlar konuşamıyordu ama öncesinde ve sonrasında onları dinlemeye hazırdım.
“Hocam, sağ olasın, ellerin dert görmesin, hiç yakmadın canımı. Yukarıdaki hoca dedi zaten senin için ’’Çok iyidir, baksın dişindeki sıkıntıya’’ diye. Senden iyi olmasın, çok iyi doktordur, bizim hanıma o bakar yıllardır. Biz evlendik, beş sene çocuğumuz olmadı hocam. Doktor hanım tedavi etti bizimkini, ilaçlar, bir şeyler işte, tüpbebeğe gerek kalmadan gebe kaldı. Gittiğimiz önceki doktorlar, tüpbebek şart demişlerdi, değilmiş işte. Allah da verdi tabii, vermese hangi tedavi işe yarar. Halil’imiz doğdu, rahmetli babamın adını koydum ona. Ne sevindik ne sevindik, benim anam, hanımın anası, babası hepimiz deli olduk Halil’e.”
Bu konuşmada beni huzursuz eden bir gidişat var. Anlatanın yüz ifadesi, ses tonu da hissettiriyor sıkıntıyı ama en çok şu di’li geçmiş zaman korkutuyor beni. Hikâyesi ayrı, rivayeti ayrı hüzünlü, kendisi apayrı. Halil doğmuş işte diyorum, niye mutlu günler di’li geçmiş zamanda. Karısına mı bir şey oldu acaba ama doktora gelmişler işte, of yüreğim sıkışmaya başladı ama dinlemeye başladık bir kere.
“Bizim hanımın ailesine yakın bir eve taşındık, çocuğa bakmaya yardım etsinler diye. Hanım çalışmıyor ama malum ilk çocuğu, hem anası babası her gün görmek istiyordu Halil’i. Yazları işten iznimi aldığımda da doğru benim memlekete anama giderdik. Annem hep adı gibi, babana benziyor aynı derdi. Gülerdim hep küçücük çocuk babama nasıl benziyor diye “Ana sen babamın bebekliğini bilir miydin?’’ Kızardı anacığım, “Bilirdim tabii komşu çocuğuyduk biz.’’ Ah anacığım o da rahmetli oldu.”
Annesi ölmüş işte ne de olsa yaşlıdır diyeceğim ama o da öldü diyor, başka kim öldü, gerisini dinlemesem keşke. Şimdi kalkıp ‘’Geçmiş olsun, iki saat yemek yemeyin” deyip uğurlasam hastamı, nasıl rahat bir nefes alırım ama geç artık çok geç.
“Bir akşam işten geldim, bizimki pazara gidecekti o gün, kapıyı çaldım yok. Geç çıktı herhalde pazara dedim, oğlan uykudan geç kalktıysa. “Gideyim kaynanamlara, Halil’i onlara bırakmıştır belki, hem zaten anahtarımı da unutmuşum, orada beklerim. Yedek anahtar da vardı orada. Gittim anası açtı kapıyı “Halil’le gitti herhalde pazara, bize bırakmadı. Gel otur, açsındır sıcak çorba vereyim iç.’’ Oturdum çorbayı içtim, üstüne çay içtim, sonra bir huzursuzluk girdi içime. “Ana ver şu anahtarı, ben gideyim, dönmüşlerdir artık.” Açtım kapıyı, girdim eve. Yatıyor ikisi de derin uykulardalar, soba zehirlemiş hocam ikisini de. Ben ne yaptım bilmiyorum onları öyle görünce, feryatlarıma komşular mı geldi, kim ambulans çağırdı, ben neye bindim, peşlerinden nasıl hastaneye gittim bilmiyorum, hiç hatırlamıyorum. Hanım kurtuldu hocam ama Halil’im, onu kurtaramadılar. Küçükmüş ya, onun ciğerler de küçük tabii. Beni en çok ne yaktı hocam biliyor musun, “Biraz daha erken bulsanız çocuk da kurtulabilirdi’’ dedi doktorlar. Anasında oturup çorba çay içerken ben oğlum can çekişiyormuş, ah hemen gideydim ah hocam ah!”
Bana hayatım boyunca unutamayacağım acı bir hikâye hediye ettin. Dolgunun parasını verip gideydin be adam diyorum içimden. Dışımdan diyebileceğim bir şey bulamıyorum zaten. O bozuyor sessizliği.
“Tedaviye başladık yine, belki bir şansımız daha olur, acımızı unutturmaz ama yaşamamız için bir sebep olur. Ondan geldik yukarıdaki doktora, “Üzülmeyin olur yine çocuğunuz” dedi. İnşallah hocam inşallah! Biz Halil’i çok beklemiştik, yine bekleriz. Başınızı ağrıttım hocam, kalın sağlıcakla. “