Sadece elleri, kulakları, ayakları değil, yüreği de üşüyordu. Hatta en çok da yüreği üşüyordu. Sevmenin, sevilmenin, aşkla sevişmenin, bir kadının bedeninde ve ruhunda kendi varlığını eritmenin ne demek olduğunu unutalı kaç sene olmuştu sahi? Kimisi için artık elli yaşında, tedavülden kalkmış bir adamdı ama neyi değiştirirdi ki bu? Fiziksel görüntünün aksine, yaşlandıkça değişmiyordu ruh, yok olmuyordu duygusal ihtiyaçlar.
Havanın iyice ayaza çektiği, kar tanelerinin irileştiği bu 14 Şubat akşamı, kuru koltuğuna kendini atmak için yaklaşık bir saattir çabaladığı sarı araç önünde durdu nihayet ancak pek sevinemedi. Yıllardır çok alışkın olduğu, aynı boktan histi bu: Bir şeyi, birini o kadar çok beklerdi ki, vuslat ânı geldiğinde, artık niçin beklediğini unutmuş olur ve sevinemezdi. Şu İstanbul trafiğinde, kim bilir kaç saatten beri direksiyon sallamakta olan, hayatından bıkmış, hayatta kalmaya çabalamaktan tükenmiş adama, “Nişantaşı’na lütfen,” dedi biraz da çekinerek. Güne dair vıcık vıcık sevgi gösterilerine tanık olmaktan iyice bunaldığından, göğe çevirdi gözlerini. Yuvarlak, kocaman bir Vakfıkebir ekmeğine benziyordu ay ve o sadece sevgi istiyordu. Sonra unuttuğu bir şeyi, olmadık anda aniden hatırlamış gibi parladı gözleri. Sol kolunun altındaki sırılsıklam çantasından gözlüğünü, tükenmez kalemini, yapışkanlı not kâğıtlarından birini gülümseyerek çıkardı ve önündeki koltuğun başlığına tutturdu yazdığını: “ASKIDA SEVGİ… 0 531 …”