1990 yılında Dersim’de doğdum. Öğretmenim ve şu an İstanbul’da yaşamını sürdürmekteyim.

Mesaim bitince karşı tezgâhtaki ustabaşıma:

– Çıkıyom ben usta! diye seslendim.

– Kaybol!  Diyerek nazikçe yolculadı beni.

Bodrumdaki karanlık atölyenin merdivenlerini ikişer ikişer çıktım. Ayaklarım kaldırıma basınca kafesinin kapısı açık kalmış bir muhabbet kuşu gibi hissettim kendimi. Heyecanlı, şaşkın, özgür; ama nereye uçacağını bilemeyen bir kuş. Kafesten kaçtığımı görürlerse yine yakalarlar diye karşı kaldırıma uçtum hemen. Hava kararmaya yüz tutmuştu, yağmur çiseliyordu. Yağmur iyice bastırmadan eve gideyim düşüncesiyle sıklaştırdım adımlarımı. Kafamın içinde dikiş makinelerinin susmayan sesleri ile bütün gün hoparlörden yayılan ağır fantezi, arabesk müzik. Biraz daha yürüdüm. Köpek havlayışları, ulumaları duydum az sonra. Mahalleye gelmiştim. Her evin kapısında uyuklayan, tembel bir köpeğin olması sanırım sadece gecekondu mahallelerine has bir şeydi. Ben küçükken bir keresinde “Köpekler uluyunca biri ölecek demektir” demişti babam. O geldi nedense aklıma. Eve vardığımda kapının önünde öfkeyle havlayan Kara’yı sakinleştirmek de bana düştü. İçeriye girmeden önce, kimseye görünmeden bir sigara içmek istedim. Evin arkasına dolandım. Annemin atmaya kıyamayıp arka bahçeye koyduğu eski koltuğun şurasıyla burasıyla biraz oynadıktan sonra sakladığım sigara paketini buldum. İçinden bir tane alıp yaktım. Sonra geçtim koltuğa oturdum. Biraz oturduktan sonra, o makineden diğerine koşturup duran ayaklarımın yorgunluğu yavaştan kendini hissettirmeye başladı. Atölyenin ağır kumaş kokusu da üstüme öyle bir sinmişti ki. Haa pardon söylemedim ben size. Tekstilde ortacıyım ben. Yani ortacıydım. Adım Yusuf. Ayın sonunda 18 yaşıma giriyorum. Okula devam etseydim eğer bu sene mezun oluyordum liseden. Üniversite? Yok, zaten gidemem. Nasıl gideyim elde yok avuçta yok. Neyse, ben düşüne düşüne etrafımı izlerken birdenbire daha önce fark etmediğimi anladım ki mevsim değişmişti. Bizim koskoca elma ağacı bayrama giden çocuklar gibi rengârenkti. Öbürü, çiçeklerini bir bayrağı kaldırıp sallar gibi gururla gösteriyordu. Bir diğerininse yeşil yapraklarında yağmur damlaları vardı. Bir muhabbet kuşu saklanmak için buradan daha güzel bir yer bulamaz herhalde diye geçirdim aklımdan.

Ertesi sabah annemin çığlık sesiyle sıçrayarak uyandım yataktan. Odadan koşarak çıktım. Babam salonun orta yerinde boylu boyunca yatıyordu. Ben içeri girince annem soran, çaresiz gözlerle bana baktı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, babamın başucunda yere oturmuş ağlıyordu. Sonra abim ve kardeşim geldi koşarak, ikisi de korkmuşlardı. Annem onlara da soran, çaresiz gözlerle baktı. Biz ne yapacağımızı bilemez halde olduğumuz yerde hareketsiz kalmıştık. Neler oluyordu? Derken ilk şoku üstünden atan abim oldu ve hemen babama doğru hamle yapıp onun yana düşen başını elleriyle kavradı, yanaklarına bir iki küçük tokat attı. Kalbini dinledi. Emin olamamıştı ki nabzına da baktı. Bir yandan da annemi sakinleştirmeye çalışıyordu.

“Anne tamam. Tamam anne, sakin ol. Çocuk var korkuyor” diyordu kardeşimi gösterip.

O ise durmadan bağırıyor, ağlıyordu. Annem o sabah sanki aniden yaşlanmıştı. Çünkü en iyi arkadaşı, can yoldaşı sessiz ve kayıtsız öylece yatıyordu yerde.

“Koş anneme bir bardak su getir” dedi abim kardeşime.

Sonra bana dönüp kafasıyla pencereyi işaret etti. Yüzündeki ifade her şeyi açıkça anlatıyordu aslında. Babam yaşamaktan vazgeçmişti. Kafamda hızlıca bir inkâr ve tereddüt süreci yaşadım. Ardından pencereye yöneldim ve hınçla perdeyi çekip, pencereyi açtım. Temiz bir hava çarptı yüzüme. Bir yersiz ilkbahar, kokusunu açık penceremizden salona taşıdı. Başımıza bir kötülük gelmişti. Bu ev bir acının yurdu olmuştu az önce.

Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama annemin gözlerindeki o çaresizlik hepimizin gözlerine işlemişti. Oradan içimize inmiş ve üstümüze de sinmişti. Ağlayamıyor, konuşamıyordum. Güçsüzdüm ve yıkılmıştım. Biraz hava almak için açık pencerenin önüne gittim. Ağaçlar, çiçekler, çimenler, dışarıdaki yeşil doğa bizim evde olanlardan habersizdi. Öylesine renkli, öylesine canlı, yaşamaya devam ediyorlardı. Mağlup bir asker gibi arkamı dönüp, babamın yerde upuzun yatan varlığına baktım. Renksiz, cansız, soğuk bir bedendi gördüğüm. Derken komşularımız, akrabalarımız geldi. O gün durmadan insanlar geldi gecekondumuza. Tanıdık, tanımadık onlarca yüz. Omzumda onlarca el, bana sarılan onlarca kol. İçerideki gönüllü kalabalık, biz geride kalanları teselli etmeye ve acımızı hafifletmeye çalışıyorlardı. Bense olanları dışarıdan izliyor gibiydim. Bedenim oradaydı ama içinde ben yoktum sanki. Kulaklarımdaki uğultu başımı döndürüyordu. Bayılacak gibiydim.

Konuşmalar, telefonla bir yerleri aramalar, fikir almalar, yol yordam sormalar sürüp gitti. Birkaç saat içinde bir ölü için yerine getirilmesi gereken ne kadar görev varsa yapıldı. Ben hâlâ bayılmamıştım. Kuş olmak nasıl bir şeydi gerçekten? Kuşlar babalarını tanıyorlar mıydı mesela? Bir muhabbet kuşu olsam bir dakika durmaz kaçardım bu kafesten. Kaçamıyordum. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Makineleri parlatmaktan, iplikleri taşımaktan, kumaşları katlamaktan, bitmişleri istiflemekten başka hiçbir şey yapmayı becerememiştim zaten bu hayatta. Ona iyi bir evlat bile olamamıştım. Üniversite hayalim bile yoktu. Abim gibi yüzünü güldürememiştim babamın.

Akşamüzeri birkaç el, babamı tahta bir kutunun içine koydu. Sonra onu taşımak için omuzlarına aldı dört kişi. Bu dört kişiden birisi de abimdi. Tam evin kapısından çıkarlarken bahçedeki bütün ağaçlar, babama en güzel hediyelerini minnetle sundu. Çünkü babamdı onları yıllar önce toprakla kavuşturan ve büyüten. Dallarından kopan çiçekler saygıyla havalanıp tabutun üstünde durdu. Gördüm. Hepimiz gördük. O an bunlar olurken rüzgâr esiyor muydu hatırlamıyorum. Belki de esmiyordu. Baharlık bir elbise gibi rengârenk olmuştu tabutun yeşil örtüsü. O akşamüzeri çiçekli bir tabut içinde evden alıp götürdüler babamı. Işıklar içinde olsun.