Kozalak için,
Biz insanlar uyurken uğurlanmıştı güzel mevsim. Gecikmiş bir bahar sabahıydı… Günde üç vakit, farklı farklı mevsimleri yaşadığımız günlerdendi, nisanın yirmisiydi. Isınmıyordu havalar bir türlü. Annemin hazırladığı kahvaltı bir nebze de olsa içimdeki havaları yumuşatmaya yetiyordu. Kahvaltının yarattığı mevsimden haberi olmayan duvardaki termometreyi aldım, Kudüs yönüne bakan pencereyi araladım, termometreyi sokağa ateş edecek silah gibi tutup çektim. Pencereyi kapattım. Alete baktım, “Bu ne?!. Ha!.. Oldu olacak, bir de kar yağsın!” diye bağırdım. Dört derece! Ya takvimlerde vardı bir şey ya da kış ülkesinde hâlâ tutsaktı bahar. Belki de bir şehrin kuyusuna düşmüştür.
Sıkı sıkı giyindim. Biraz hayır dua, biraz da para aldım annemden. Çantama yetmişlerden iki Varlık dergisi koydum. Yolda okurum. Kapı ağzında beni bekleyen ıslak ayaz, ilk önce yüzüme saldırdı sonra ellerime. İnsan ne çok özlüyor, annelerin balkona asıp kuruttuğu o baharları.
Sokak boş sayılmazdı. Manav Salih dün geceki fırtınanın devirdiği domates kasalarını yoldan toplamakla meşguldü.
“Günaydın” dedim. “Hayırlı işler.” Başındaki sarı, takım amblemli çocuk şapkasını düzeltti. Annemin elime tutuşturduğu çöplere baktı. Ağzının kenarındaki izmarite dayanmış sigarasını parmaklarının arasına aldı.
“Fiyatlar uçtu” dedi. “Hayırlısıyla ısınaydı şu havalar, millet perperişan oldu. Emekleri heba olacak çiftçinin. Don vurdu çoğu meyveye.” Sabah sabah insanın enerjisini emen bu konuşmaya çeşni olasım yoktu. Sesimi çıkarmadım.
“Hiçbir şey alamaz olduk” dedi. Gözüyle yan taraftaki bakkalı işmar etti. Sigarasını ağzına iliştirdi. Bir gözünü kapattı. Dişlerinin arasından fısıldadı. “Şu stokçu imansız, selam bile vermez oldu. Selama da zam gelecek değil ya!..” Derin bir nefes çekti sigarasından. Dumanı burnundan salarken canımı sıkan o soruyu sordu.
“Yo” dedim. Yürüdüm. Sana ne benim işsiz oluşumdan. Elimdekileri, çöpleri genç dut ağacının gölgesindeki çöp kutusuna attım. Çöpten kirli bir sarman kedi çıktı. Bakıştık. Yeni yeni yaprağa durmuş dut ağacına bir saksağan kondu. Kuşa baktık. Kedinin bıyıkları titredi. Saatime baktım. İstediği vakitte gelen otobüslerin durağına yürümeye başladım. Arkadan saksağan takırdayarak öttü. Döndüm. Kuş kediye pike yapıp duruyordu. Zavallı kedi… Bir sigara yakıp yürüdüm. Zeytin bahçelerinin arasından geçen sokağa saptım.
İşsiz bir adamın güzel bir genç kızı sevmesi suçtur. Bilirim. Dövme tenli, kıvırcık dudaklı, hüzünlü bir esmer güzeli Cemre. Yaşı on dokuz. Yol üstünde, geniş zeytin bahçeli evlerinin sokağa bakan balkonunda… İşte bazen onu görürdüm. Sofra çırpardı ya da bir şeyler asardı balkon tellerine. Günüm güzelleşirdi onu görünce. Bahçe tellerinin ardında zeytinleri budayan ihtiyar babasına yardım ediyordu şimdi. Bu soğuk sabahta… Orta yaşta, at güdücü bir kadının ölümünü anlatan bir öyküde geçer böyle bir sabah. O sabahtır bu ayaz… Elleri üşümüyor mu Cemre’min? Sözünde durmayan göğe baktım. Tanrı, eliyordu bulutları, ödünç un gibi savruluyordu sisler ağaçlarının tepelerinde. Yine sorarım ki ben, elleri üşümüyor mu Cemre’min?
Bahçenin diğer bir ucunda homurdanarak çalışan bir traktör, bahçeyi sarmış otları sürmekle meşguldü. Traktörün ardında çekip durduğu dörtlü pulluğun peşinden birkaç karga topraktan çıkacak solucanları, fareleri kovalıyordu.
Taze toprak kokusunu içime çektim. Cemre… Sırtı bana dönüktü. İlk önce babası baktı bana. Severdi beni Sabahattin amca. Sevgisi canımı acıtırdı. Kızını sevdiğimi bilse… İnsanın sevilmek istemediği zamanları da olurmuş. Keşke düşman olsaydık. Bu kadar içim kanamazdı. Nasıl anlamadı henüz, bu yorgun gözlerimin ıssızlıklara kaçışlarını? Uykusuz bırakan usançlarımın ağaç ağaç büyüyen orman oluşunu nasıl görmüyordu? Bağışla benim bu töresiz gelişlerimi Sabahattin amca… İhtiyar adam, üç ayaklı merdivenin tepesindeydi. Elindeki budama makasını kemerine soktu. Kızının yardımıyla indi. Ellerini çırpıp tellere yaklaştı. Sigaramı attım, ayağımla ezdim. Cemre beni gördü. Yüzünde gül yordamı bir gülümseme oldu. Sabahattin amca elini tellerin ardına uzattı.
“Nasılsın Hasan” dedi. Uzandım elinden tuttum.
“İyiyim Sabahattin amca,” dedim “Siz nasılsınız?”
“Şükür be günümüze, oğlum” dedi. Elini bahçeye uzattı. “Otlar bastı bahçayı. Dün gece yağmurdan, fırtınadan sonra sabaha azdı, kudurdu otlar iyicene. Bilal geldi, sağ olsun. Aktarıyor toprağı işte. İşe mi?
“Evet” dedim “İşe gidiyordum.” Ne de küçüktü ağzım yalan söylemek için. Cemre’ye baktım. Ayağında mavi bir çizme, askılı mor tuluma dökülen uzun kıvırcık saçları… Elleri tulumun cebindeydi. Yüzünde ödevi uyanık durmak olan bir askerin yorgunluğu vardı.
“Gel” dedi. Sabahattin amca, bahçe kapısını işaret etti. “Vaktin varsa çay içelim.”
“Olur” dedim. İşsizin bütün sermayesi bitmez vaktidir. Dolandım bahçe kapısını, avluya girdim. Cemre kurnası bozuk çeşmeye takılı hortumla çizmelerindeki çamurları yıkadı önce. Sonra kapı önünü sulamaya koyuldu. Sanki yıllardan hep pazartesi gibi bir his çöktü içime. Saçlarını kulağının ardına sıkıştırdı. Mutlu bir gündüze hamile gece karanlığı saçları, hasta annemi özletti. Okuldan eve koşarcasına anneme gitmek istedim. Oysa evden ayrılalı beş dakika bile olmamıştı!..
Raziye teyze çayları getirdi. Elinde ahşaptan bir tepsi. İyi kadındır, Cemre’mi kalbime düşürendir. Beni pek sevmez. Ama ne yapsın, kızının beni sevdiğini biliyor. Emanetçimdir kendileri. İçimde çocuk gülüşleriyle dolu bir okul bahçesi… Ayaküstü üç çay, kaşık sesleri. Budanmış zeytin ağıtlarına karışan toprak kokusu. Raziye teyze o değilden halimi hatırımı sordu. Anneme selam gönderdi. Yukarı çıktı. Cemre’nin hep bir gülmektir olan gözlerine baktım. Bakışları iki kuş oldu, uçtu, ihtiyar zeytinin dalına kondu. Utangaç yağmur sonrası kokulu güzel toprak gibi döküldü. Rüzgâra kapıldı, gitti tellere takıldı. Sonrası gözlerimiz bir uçurtma şenliği… Elinde ince belli çay bardağı. Serçe parmağı ürkmüş, uçmaya hazır. Zeytinlerin arasında gezinen tiz sesli rüzgârda onun nefesini dinleme çabalarımı bir görse okul yolundaki uyku gözleri ya… Traktörün homurtusu kesildi birden. Sabahattin amca bağırdı. Rüyama soğuk bir el girmiş gibi uyandım.
“Ne oldu Bilal?” Traktörün üstündeki sürücü, bacağını direksiyonunun üzerinden geçirerek yere atladı. Aracının arkasına doğru seğirtti. Sabahattin amca söylenerek koştu, gitti. Çayımı yudumladım. Kalbimi ısıtan şeye baktım. O da bana bakıyordu. Gözleri denizsiz gemi. Ya da Hazar’da bir kayık Nâzım’ın bahsettiği, inip kalkıyor kirpikleri. Ben ölüme sırt dönüklerdenim. Beni böyle hayata bağlaman yok mu güzel kız? Bu bakışlarımız, hiç akmayan trafikte… Hiç sönmeyen kırmızı ışık!..
Bahçenin dikenli tellerine bir karga gürültüyle kondu. Cemre kargaya baktı. Dudakları aralandı. Ağzında şarkı söyleyen bir ülke vardı.
“Bak” dedi. “Karga!… Ağzında para.”
Edgar Allan Poe’nun Kuzgun’u kadar büyüktü. Mavi tüyleri sabah duşundan çıkmış kadar temiz ve parlaktı. Gözleri gece gibi, pırıl pırıl siyahtı. Pençeleri teli sıkıca kavramıştı. Başını yana büküp gri bulutları kolaçan etti. Telin üzerinde yengeç misali yan yan yürüdü, bize yanaştı. Kanatları siyah pelerin… Yorgun atlı bir karga, yağmurları kesip geçen kılıç gagası. Kim bilir hangi avın çağrısından uçup geldi. Göğsünde saydım tam dokuz siyah benek, gri tüylerinin arasında Moğol atlıları kadar dağınık.
Bahçedeki otların arasında küçük bir fındık faresi, toplu iğne ucu küçüklüğünde bir çığlıkla beton zemine zıpladı. Her yanı çamur içindeydi. Ah zavallı sevimlilik. Yuvarlak kulaklarının içi pembeydi. Kaçmaya gücü kalmamıştı. Belki bir gelincikten ya da diğer kargalardan kaçıyordu. Betondaki gölermiş suyun içinde hareketsiz kaldı. Hâlâ kuyruğu titriyordu. Kargaya baktım. Nasip buydu işte, başka bir karganın pençesinden kaçan. Kanatlarını açtı süzüldü. Farenin yanına kondu. Ağzındaki parayı bıraktı. Rüzgâr parayı, Cemre’nin çizmelerinden dökülen çamura düşürdü. Cemre gitti, parayı aldı. Avucundaki paraya baktım, çamurlu ve buruşuktu. Savaşmaktan yorgun düşmüş, çarpışa çarpışa Sakarya’nın doğusuna çekilmiş müfreze kadar perişan parayı aldım. Çamuru temizledim. Atatürk gülümsedi. İki yüz lira!..
Karga öttü. Zavallı hayvanı kuyruğundan kaptığı gibi uçtu, gitti. Cemre’ye baktım. Düşeceğimden korktuğum gözleri… Gerilla gibi ürkekti ve geziniyordu yüzümün dağlarında. Yaklaştı… Nefesi otuz yıldır yağan karlarımı eritmeye yetti. Cennet ve cehennem bir öpüşme biçimidir ve pis bir hırsızdır Dante! Bir o kadar da deli. Çıldırmış aklım yok saydığında tanrıyı, bu kadar heyecanlı bir günaha girmemişti…
“Parayı camiye ver” dedi. Dudağımın kenarına demir atmış müşrik gülümsemeye baktı.
“Tanrının bu paraya ihtiyacı olmadığını düşünüyorum.” dedim.
“Ben o farenin sahibiyim.” dedi. Sesi çatallanmıştı ve sinirliydi. “Onu bir kargaya sattım!..”
Ah benim erken uyandırılmış çocuk güzeli sevgilim. Sana baktıkça, yaralarıma sarıyorum yerinde yeller esen karanlığımı, geldin ülkemi kendine bağladın… Çizmelerine baktım. Erkenci birkaç karınca geziniyordu. Bir ormanı arkasına takıp götüren karıncalar görmüştüm rüyamda, uyanıp yastığımdaki yokluğunu öptüğümde hep karanlıktı vakitler. Bir bilsen içimdeki şehre nasıl düştüğünü, süvarisiz koşan atlarımı bir görsen, rüyama çocuklar salıyorsun biliyor musun her gece. Ve ne vakit öpsem o ağzını hayal dünyamda bir deli çıkıp ezan okuyor. Beni gönderme camiye. Şeytanı olmayan mabet yoktur bilirsin.
“Hadi git.”
Parayı cebime koydum. Avludan çıktım. Kapıya omzunu vermiş, kolları göğsünde bağlıydı. Öylece durmuş gidişime bakıyordu. “Sana gelmenin bir sonu yok mu?” diye bağırdım içimden. Ürktü güvercinlerim, süzüldüler servi diplerine. Seni ne zaman böyle serkeş görsem kapı önlerinde, uyanıyorum sisli gecelere sonra yarı tanrı kokulu sabahlarına uyanamıyorum. Saat kaç bilmem ama saat kulesi uykusundan uyandırılmış bir çocuktur, Konak’ta dikilip durur. Annem beni iş bul diye sokağa salmıştı. Ben yine aşka bulaştım bu gün yine, yine, yine öf yine… Biliyordum yine iş bulmadan dönecektim eve. Ve bilirim ki bütün işleri çalmışlar, iş kalmamıştır şehirde.
Geçtiğim sokakları tekrar geçtim. İki minarelidir mahallemizin camisi. Bir doğuya bir batıya okunur ezanı. Cami avlusunu süpürüyordu iki çocuk. Bin beş yüz yıldır cuma günüdür cami avluları. İmam şadırvanda kedilere su dolduruyordu. Bana hayretle baktı. Haklıydı. Kâfir yok yere gelmezdi camiye. Cebimden parayı çıkarıp uzattım. Elini şadırvan sütununa asılı havluya sildi. Paraya şüpheyle baktı.
“Bu nedir Hasan?” diye sordu. Dudaklarımı büktüm.
“Cemre gönderdi.” dedim
“Ne parası peki bu?”
“Sabahleyin” dedim “Cemre bir kargaya küçük bir fare sattı… Karganın parası.”
Güldü. Elini cebine soktu. Tarağını çıkardı saçlarını taramaya başladı.
“Peki bir fare iki yüz lira eder mi?”
“Bilmiyorum.” dedim.
Uzandı parayı aldı. Tarağını cebine soktu. Paraya baktı, gözleri kısıldı.
“Artık” dedi “İki yüz liraya sadece bir fare mi satın alabiliyoruz Hasan?”
Çocuklara baktım. Emeklerini tanrıya satıyorlardı. Mutluydular. Onlara her yıl cumaydı bana ise hiç bitmeyen bir pazartesi yılı.