Taburesine oturup sırtını mutfağının boyaları dökülmüş duvarına yasladı, bacaklarını kahvaltı masasının altına uzattı, aşınmış cilasını kazıdı. Ojesiz tırnaklarını inceledi uzun uzun, fabrikanın kantininde çalışanlara yasaklamışlardı süsü. Kocasını, çocuklarını aradı gözleri, masadaki yerleri boştu. Ekmeğin sıcağıyla eriyen margarinin önündeki gazetenin sayfasına damlayışını, sözcüklerin üzerine yayılışını seyretti. “Dünyanın En Yalnız Evi” yüz binlerce dolara satışa çıkarılmıştı. Küçücük adadaki tek ev Atlantik Okyanusu’nun ortasında, mobilyalarıyla birlikte alıcı bekliyordu. Pencerelerinden masmavi deniz görünen kırmızı koltuklu salon kim bilir kimlerin sırlarını saklıyordu. Dokuz basamaklı merdiven çatı katına çıkan delikte kayboluyordu. Gazeteden başını kaldırıp tavandaki oyuğa baktı. Ağını özenle ören örümceğe takıldı gözleri. Binbir çabayla kurmuştu yuvasını. Çocuklarını görür gibi oldu. Kızının örgüsünü düzeltti, oğlunun bağcıklarını bağladı. “Birbirinizin elini bırakmayın,” diye tembihledi. Camlar titredi çarpan kapının sesiyle. Çocuklarının eşyalarını, kocasının ayakkabılarını bodrumdaki sandığa kilitlemişti. “Ölülerin giysileri fakire dağıtılır,” demişlerdi. “Belki bir gün,” diye geçirmişti aklından. O adada ölenleri nereye gömdüklerini merak etti. İşbaşı düdüğü çaldı, zehir kustu fabrikanın bacası. Temiz havaya hasretti ciğerleri, kalkıp pencereyi kapattı. İşe gitmek üzere hazırlandı. Saatlerce çalışacaktı üç kuruş kazanmak için, payına düşen bu kadardı. Elbisesinin eteklerini silkeledi, önlüğünü düzeltti, aynadaki aksine baktı, tırnaklarıyla kazıdı gözlerinin yerindeki oyukları. Dünyanın en yalnız evinin kapısı çarptı, gazetenin sayfaları dalgalandı…