İnsan evladı geçmişini unutmasa, emeğin daha doğar doğmaz nasıl kanımıza işlediğini görürdü. Fark etmesek de daha bebekken emekleyerek emeğin hakkını veririz. Emekleme sürecinden sonraki aşamada da düşe kalka yolumuzu bulmaya çalışırız, hem de hiç yılmadan. Düşünüyorum da emeklemeden yürüyen yok gibidir. Ailesi zengin diye parayı bastırıp doğrudan yürümeye başlayan bir bebek yoktur. En azından ben rastlamadım böylesine şanslı bir bebeğe. Eminim siz de rastlamamışsınızdır.
Malcolm Gladwell imzalı “Outliers: çizginin dışındakiler: bazı insanlar neden daha başarılı olur?” adlı kitapta 10.000 saat kuralını okuduğumda, emeğin ve tecrübenin ne kadar önemli olduğunun farkına vardım. Bir işe yeteri kadar emek harcarsanız, o iş artık sizin için içselleştirilmiş bir yapıya dönüşür.
Fazıl Say, “Yalnızlık Kederi: Bir müzisyenin notları” adlı kitabında Türkiye’de almış olduğu yoğun emek programlı piyano eğitiminden sonra Avrupa’ya gidip eğitimine orada devam etmeye karar verdiğinde, izlenimini şuna benzer bir cümleyle ifade etmişti: “Benim oralarda öğreneceğim bir şey kalmamıştı.” Tabii bu cümleyi kurarken Türkiye’deki hocalarının kalitesine de vurgu yapıyordu. O hocaların da, Atatürk’ün yurtdışına gönderdiği gençlerden olduğunu ihmal etmiyordu. Ödünç aldığım ama henüz okumadığım Kansu Şarman imzalı “Türk Promethe’ler: Cumhuriyet’in öğrencileri Avrupa’da, 1925-1945” adlı eseri en kısa zamanda okuyup Fazıl Say’ın hocalarını ve daha pek çoklarını yakından tanıma fırsatına kavuşacağım.
Fazıl Say’dan esinlenerek şunu söyleyebiliriz ki bir iş için ortaya koyduğunuz yeter miktardaki emek, sizin o konudaki üstünlüğünüzü de ortaya koyar. İsterlerse size rakip olarak Harvard Üniversitesi’nin birincisini getirsinler, eğer o kişi sizin kadar o işle uğraşmamışsa, amiyane tabirle söyleyecek olursak, vız gelir tırıs gider. İşte emeğin böyle bir artısı vardır. Sizinle kimse baş edemez.
Emeğe bir başka açıdan daha bakabiliriz. Bir emek konularak sahip olduğunuz şeyler, daha bir kıymetlidir. Dişinizden tırnağınızdan artırarak biriktirdiğiniz, belli bir dönem maaşlarınızın çok büyük bir kısmını ayırıp aldığınız bir evin kıymeti, ailenizden size kalan bir evden çok daha kıymetlidir. Haydan gelmediği için huya gitmesine izin vermezsiniz. Satıp satıp kolayca yemezsiniz. O süreçteki yaşanmışlıklar, adanmışlıklar, çileler, yokluklar ve ortaya konulmuş emek, kiymetbilirliği gösterir. Bize “Karınca ve Ağustosböceği” hikâyesini hatırlatır.
Onu bunu bilmem, emeksiz bir yemeğin bile tadı yoktur. Kendi hazırladığım bir sandviç bile en güzel yemeklerden daha lezzetli gelir. Siz siz olun, sakın ola ki kolaya kaçıp da emeksiz ekmek yemeyin. Buradaki ekmekten, helal ekmeği kastettiğimi söylememe gerek yok sanırım. Helal ekmeğe de kolay yoldan erişme heveslerine kapılmadan, çalışarak ve ter dökerek ulaşmak… İster kas gücümüzle ister beyin gücümüzle olsun hak ettiğimiz, emek koyduğumuz her işin muhasebesini yapmalıyız vicdan mahkemelerimizde.
Her şeyi de kendimizden beklememeliyiz. Madalyonun bir de öbür yüzü var. Emeğimizi koyduğumuz her işin hakkını istemek de en doğal hakkımız. Çuvaldızı kendimize batırdık hep. Karşı tarafa, yani emeğimizin hakkını vermekle mükellef olanlara, bir iğne batırmak da boynumuzun borcu olsun.