Başlayan ve Bitmeyen
Bitmeden susarsa
Bitmiş gibi türküsü
Biliyorsanız eğer siz sürdürürsünüz
Solarsa çiçeği
Vaktinden önce
Anılarda yaşatın
Kalsın ölümsüz
Yılgıya karşı umut
Ölüme karşı yaşam
Savaşa karşı barış
Geceye karşı gündüz
İlkyazlarda açmayan
Soldu sanılan çiçek
Emeğin yağmurlarıyla
Yeşerecekmiş her güz.
ERAY CANBERK
Pırıl pırıl bir bahar sabahıydı. Farklı bir ferahlık yayılıyordu gökyüzünden.
Bahçedeki çiçekleri sularken birden elindeki hortumu bıraktı. Bahçeye bakan mutfak camından başını içeri uzatıp, kahvaltı hazırlayan karısına, “Hanım, akşam Zafer’in düğününde bal rengi gözlü kız ne güzeldi değil mi ?”dedi.
Son yıllarda o kadar az konuşuyordu ki bir şey söylemesi gerektiğinde boğazına dolanıyordu sesi. Bahçe masasının üzerinden aldığı rengi solmuş plastik leğeni camın pervazına bıraktı.
“Pembe elbiseli kızı mı diyorsun?” dedi Meliha, cama doğru gelerek. Kocasının topladığı taze nane, maydanoz ve birkaç domatesin olduğu leğeni aldı.
“Ya adamcağızım, bir şeyler söylüyorsun ama duyamıyorum, iyice kısıldı sesin. Alooooo” diye söylenerek işinin başına döndü.
Adam onun söylenmesini duymamış gibi mutfak camına kollarını dayayıp, bu sabah ruhu ve bedeninde dolaşan tuhaf bir heyecanla, “Ben senin bal rengi gözlü gelin istediğini biliyorum. Gözünden kaçmamıştır. Pembe uzun elbiseli kız, gülüşü de çok güzeldi. Düğün boyunca onu seyrettim. Ne zamandır ilk defa bir düğünde bu kadar uzun kaldık…” dedi.
“Ah be adam! El düğününde elin kızı öyle seyredilir mi? Ortalık sapık kaynıyor. Haberleri dinlemiyor musun her akşam, neler oluyor! Bu yaşlı adam kızı yaşındaki körpeye ne bakıyor böyle diye iyi ki kavga çıkarmadı düğünün delikanlıları.” Derin bir soluk aldı. “Ne gülerdim valla öyle bir şey olsaydı.” Bastı kahkahayı. Kahkahası içinde soğuk bir rüzgâr estirdi. “Ay!!” dedi. Evimde bile bir kahkaha atamıyorum gönlümce. “Amanınn!! Kınamasın kimse! Hadi adam hadi, gel, kahvaltı hazır” diyerek seslendi cama doğru.
Gençliğinden beri güzeldi, alımlıydı. Ama en çok şen şakraklığı ile nam salmıştı Meliha. “Ben kahkaha attıkça hayat da bana tokat atıyor.” derken iri kahverengi gözlerinin içine yaş doluyor ama akmıyordu uzun zamandır.
Adam içeri girdi, mutfağın yanındaki odaya başını uzattı önce.
“Gel adam gel, hadi iki sohbet edelim bugün havan yerinde galiba. Merak ettim, nereden geldi şimdi aklına sabah sabah o güzel kız. Vallahi bayıldım. Nasıl da tanırsın karını köftehor! Güzeli şıppadanak görürüm alimallah! Takı takarken gelinin yanında duruyordu tutamadım kendimi, eğilip, ‘Ay maşallah yavrum, ahu gibisin, Allah nazarlardan saklasın’ deyiverdim kulağına.”
Adam elindeki çay bardağını ışığa doğru uzatıp “Çay da tavşankanı gibi olmuş bugün hanım” diye keyiflendi. Sanki yıllar öncesinden bir bahar sabahı kahvaltı masasında en hoşlandıkları konuyu konuşuyorlardı karı koca. Adamın bu tanıdık ama uğursuz neşeden irkilmesi uzun sürmedi.
Mırıltıyla “Meliha, ben akşam hesap yaptım. Bugün tamı tamamına 14 yıl dokuz ay 18 gün oldu hastaneye gittiğimiz günden beri. Bu çocuk yatarken yaşlandı” dedi.
Meliha önce duymazdan geldi. Masadan kalkıp ocakta kızaran patatesleri aldı, masanın ortasındaki tabağa döküverdi. Gerilmişti birden. Bu cümlelerin ardından konunun nereye gideceğini biliyordu. Kocasına baktı, tam bağıracaktı ki, kocasının, içinde bir parçacık kalmış neşesinin üzerine ölü toprağı dökme çabasına yenilmemeye yemin ettiğini hatırladı. Silkelendi. Duymamış gibi bir yandan düğünde olup bitenleri yüksek sesle, ellerini kollarını sallayarak anlatırken bir yandan da henüz kahvaltısını bitirmemiş kocasının önünden kahvaltılıkları toplamaya başladı. “Kaynana, gelinin bileğindeki takı torbasını çekiştirdi bir ara gördün mü? Semoş’la iddiaya girdik. Bak görürsün! O gelin, o evde, o kaynana ile oturmaz. Söylemiştin dersin! Bir yıla kalmaz kandırır kocasını, gider…”
Meliha konuşurken adam çoktan yan odadaki çek yatın üzerine kıvrılmış uykuya dalmıştı bile. Her zamanki gibi bütün gece oğluyla konuşmuş, sabah ezanından önce O’nu beslemiş, temizlemişti. Baba oğul gündüz uyuyor, adamın deyişi ile bütün gece sohbet ediyorlardı. Bazı geceler kocasının giderek artan öfkesine eşlik eden sesi ile uyanırdı. İlk önceleri, o sessiz sakin kocacığından o zamana kadar hiç duymadığı bu ses tonunu garipsemişti. Bir zaman sonra buna da alıştı. Baba oğul didişmesi deyip, umursamamaya başladı. Ama adam ne zaman “Akşam oğlanla sohbet ettim” diyecek olsa “Ne sohbeti be adam! Sen bütün gece kendi kendine konuşuyorsun, gündüz çıkmayan sesin geceleri gürlüyor alimallah” demekten bir türlü vazgeçmiyordu. Zamanla adam iyice suskunlaştı. Kadınsa iyice azıttı. Öyle ki, evin önünden geçen komşular Meliha’ya yakalanmamak için yollarını değiştirir hale geldiler.
Gariptir ki, bu sabah çenesi düşen kocasıydı. Uzun uzun mırıldanıp durmuş ama kadın onu dinlememişti.
Yıllar önce, ne akrabalarının ne de bunca yıllık komşularının evlerine çöken sessizliği duyduklarını fark ettiğinde, kolları sıvayıp anlatmaya başlamıştı evde olanı biteni. Hatta içindekileri Meliha. Onlar duymadıkça sesini yükseltiyor, bazen çığlık atarak konuşuyordu. Etrafındaki herkes sağırdı, bundan emindi. Ama o, yılmadan hep anlatıyor, hiç susmuyordu…
Bahar temizliği yapacaklardı bugün. Meliha halıları, perdeleri yıkayacak, adam da boya badana yapacaktı. Erkek kardeşi gelip yardım ediyordu birkaç senedir. Meliha telaşe ile odaya girdi.
“Kalk adam kalk! Mustafa geldi, temizlik var bugün, unuttun mu?” diye dürttü kocasını, koltuğun kenarına basıp perdeleri söktü, “İyice bunadı bu da” dedi kendi kendine.
Perdeler sökülünce, oğlanın 14 yıl beş ay sekiz gün önce arkadaşı Cihan’ın düğününde, takım elbisesiyle keyifle otururken çektirdiği fotoğrafından yaptırdıkları üç boyutlu poster ortaya çıktı. Uzandı öptü yüzünden. Posterin önündeki fiskos masasını ve iki sandalyeyi kaptığı gibi odadan dışarı çıkarttı. Mustafa bunları görsün istemiyordu. Yıllardır gizlemeyi başarmıştı. Tekrar dürttü kocasını.
“Kalksana adam, Mustafa geldi diyorum sana, bahçede, boyaları karmaya başladı.”
Adam kalktı. Her zamanki gibi ilk önce oğlanın ateşini ölçtü. 38.5. “Ah be oğlum, yine yükselmiş ateşin, çözemediler şu mereti bir türlü.” Dudaklarını alnına değdirdi, ilaç kutusundan aldığı hapı parmakları ile ağzını açıp dilinin altına yerleştirdi. Bahçeye çıktı, bir sigara yaktı.
“Öğlen sıcağı başlamış” dedi ortaya.
“Bugün boya olmaz Mustafa, hem bir şeyler daha yapmaya karar verdim, sen madem başlamışsın boyaları kar, bırak öylece. Yengen kahve yapsın içelim.”
Mustafa, öl dese şuracıkta ölecek kadar çok severdi ağabeyini. Ne zaman hata yapsa, babasıyla ters düşse, hep ağabeyinin arkasına saklanırdı.
“Ne yapacaksın ki?”
Meliha kahveleri yapıp getirmişti. Beyaz plastik sandalyeleri ve sehpayı gölgeye taşıdı adam.
“Oğlanın yatağının karşısındaki duvarı yıkacağım. O duvar sıkıyor oğlanı, mutfağı da şuracığa taşıyacağım.”
Meliha yüksek perdeden pervasız bir kahkaha attı. Biliyordu, Mustafa’sı yengesinin kahkahalarını çok severdi. Küçücüktü bu eve gelin geldiğinde. Birlikte en büyük kahkahayı kim atacak yarışı yaparlardı.
“Ah Mustafa’m! Bu ağabeyin delirdi valla iyice! Oğlan nerede olduğunu biliyor mu ki? Sıkılmışmış! Hem şimdi mi geldi aklına, daha sabah mırıldanıyordun kendi kendine kaç yıl oldu diye. İş çıkarma başıma be adam! Ben canımdan bezmişim zaten. Bak anlatırım vallahi Mustafa’ya her şeyi”
İşaret parmağını kocasına doğru sallayarak ve bağırarak konuşuyordu. Yüzü al al olmuştu. Birden nefesi yetmemiş gibi içini çekti. Başını önüne eğdi. Uzun boylu, güneş yüzlü o yakışıklı kocasının yerinde artık emeğini onuruna, onurunu umuduna dayamış bir ihtiyar vardı.
Herkesin her şeyi bildiği bas bas bağıran uzun bir sessizlik oldu.