Yeryüzünde kabaca 8 milyara yakın insan yaşadığı varsayılmakta. Dolayısıyla, aslında 8 milyara yakın kimlik söz konusu. Kimlik derken, cebimizde taşıdığımız, bilgilerimizin yer aldığı kimlikten bahsetmiyorum. İnsanların sosyal hayat içinde, isteyerek ya da istemeyerek edindikleri çeşitli var olma biçimlerinden bahsediyorum. Her insanın isteyerek ya da istemeyerek edindiği birden fazla kimlik var. Dolayısıyla, 8 milyardan katbekat fazla kimlik var yeryüzünde…
Kimliğin olduğu her yerde, mutlaka bir “öteki” vardır. Yoksa da, o kimliğin sahipleri tarafından “yaratılır”. “Ben ve öteki”; “biz ve onlar” dikotomileri aslında, insanlığın en eski ve en temel ikilikleridir. Dünya tarihi, bu ikiliklerin üzerine kurulmuş, bu ikilikler üzerinden ilerleyegelmiştir. Marx’ın tanımıyla “doğanın yarattığı şeylere karşılık, yarattığı her şey” ile kültürü oluşturan insanoğlu, kendi yarattığı ve anlam yüklediği kimliklerin de ötekisini var etmiştir. O kimliğin var olmasını, kendinde sağlam bir şekilde devam edebilmesini, bir ötekinin varlığına bağlamış, eğer bir öteki olmazsa, o kimliğin bir anlamının olmayacağını düşünmüştür.
Aslında insan, kendi varlığını, kendi özbenliğini, kendi eliyle yarattığı bu kimliklere o kadar bağlamıştır ki o kimlikler uğruna savaşlar çıkarmış, doğayı ve diğer canlıları mahvetmiş, insanları; hatta bazen en yakını olan insanları katletmiştir. Jean-Paul Sartre’ın “Cehennem ötekilerdir” demesine bir de bu açıdan bakalım: İnsan, kimlikler dünyasına çevirdiği yeryüzünde, kendi kimliği dışında kalan, ötekileştirdiği, dıştaladığı başkalarını cehennem olarak görmüş; çoğu zaman bir yeryüzü cenneti yaratmak yerine, bu cehennemin ateşine odun taşımayı tercih etmiştir…
Beyaz adam, yeni kıtalar keşfedip, sömürgecilik faaliyetlerine başladığında, keşfettiği yerlerdeki insanları öteki olarak kodlamış, kelime anlamı olarak “insan bilimi” anlamına gelen antropoloji; esas itibariyle, bu “ötekileri” inceleyen ve beyaz adamın onlara hükmetmesini sağlayacak bir “öteki bilimi” olarak karşımıza çıkmıştır. Yani antropoloji, ilk neşet ettiği zamanlarda, sömürgeciliğin amaçlarına hizmet etmek için ortaya çıkmış bir bilimdi. Günümüze kadar gelen süreçte, “kültür-kimlik-öteki” bağlamının çözümlenmesinde antropolojinin büyük hizmetleri olmuştur (sosyal bilimleri hâlâ kendi kötü amaçları için kullanan ya da kullanmaya çalışan çevreler ve buna teşne sosyal bilimciler tabii ki hâlâ mevcut diyerek parantezi burada kapatalım).
Bu genel anlatımdan sonra biraz da kendimize bakalım. Önümüzdeki günlerde temmuz ayına gireceğiz. Bu ülkenin, bu coğrafyanın bence en büyük ötekisi olan Alevilere yönelik Sivas Madımak Katliamı’nın yıldönümü var temmuz ayının hemen başında, 2 Temmuz’da… Kendi kimlikleri uğruna, kaldıkları otelde kıstırdıkları insanları, kendi kimliklerinin ötekisi olan insanları, gözlerini kan bürümüş, ağızlarından köpükler saçan canavarlaşmış kişiler, yakarak öldürdüler. 35 kişi, feci şekilde can verdi, bir ülkenin gözleri önünde… Oteli yakan güruhtan birinin söylediği gibi “cehennem ateşi yeryüzüne taşınmış”, kendileri cehennem olarak görülen ötekiler, otelin içinde cehennemi yaşamışlardır. Ne uğruna? Kendilerinin de, onları yakanların da isteyerek ya da istemeyerek sahip oldukları kimlikler uğruna, o kimliklerin sahibi ve ötekisi olmak uğruna… O ateş hiç sönmedi, hâlâ yanıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde, kim kimliğinden dolayı zulüm görürse, öldürülürse harlanıyor o ateş…
Hepimiz birer ötekiyiz ve aynı zamanda hepimizin ötekileri var. 8 milyara yakın öteki var dünyada. Kimliklerle yaşadığımız sürece de böyle olmaya devam edecek. Mesele, sahip olduğumuz kimliklere çok fazla önem atfetmeden, o kimlikleri insanlığın ortak kültürel birikiminin bir parçası olarak görerek, bir arada barış içinde yaşamayı becerebilmekte. Yoksa, sürekli odun taşıdığımız bu cehennem ateşi hepimizi yakacak.
İşte bundan dolayı yazının başlığı, Karl Marx’ın Horatius’tan alıntıladığı ve proletarya için söylediği “Anlatılan senin hikâyendir!” (De te fabula narratur) Bu hikâyeyi değiştirmek, yeniden yazmak bizim elimizde…