Gurbet sözcüğü bana hep Almanya’ya çalışmak için giden, çoğunlukla dışlanan, hor görülen, çokça yokluk ve zorluk çeken Türklerin kullandığı, fazla acı dolu bir ifade gibi gelirdi. Benim gibi şehirde büyümüş, iyi eğitimli, dil bilen, dünyayı gezen biri için dışlanmak, hor görülmek, yokluk ve zorluk çekmek bir yana uyum sağlayamamak söz konusu olamazdı.
32 yaşımda, İstanbul’un kalabalığından, trafiğinden, plaza hayatının sahteliğinden bıkıp, biraz da beyaz yakalılara has şımarıklıkla, düşünmeden kabul ettiğim iş teklifi sonrasında alelacele taşındığım yeni evimin balkonunda oturmuş, güneşten gözlerim kamaşmış bir şekilde Amstel Nehri’ne bakıyordum.
“Şaşırdım seni böyle dalgın ve hüzünlü gördüğüme” dedi bir ses. İrkildim. “Eskiden olsa güneşin yüzünü cömertçe gösterdiği böylesi nadir bir anı kaçırmaz, balkonda pineklemek yerine nehrin kenarında güneşlenen gençlerin yanında oturmuş kahveni yudumluyor olurdun. Sahi ne oldu sana böyle?”
Nehirdeki yansımam aynadaki aksim kadar net ancak 10 yaş daha gençti.
Gözümden bir damla yaş aktı. Bildiğim, sevdiğim bu şehirde, bir zamanlar öğrencisi olduğum üniversitede ders veriyor fakat karanlık bir kuyuya düşmüş gibi yalnız ve yabancı hissediyordum.
“Gurbet…” dedim yalnızca.
Gözüm az önce saksıya diktiğim lalelerin yanında solmakta olan mor menekşeye takıldı. Kök saldığını fark etmediğin topraklardan alınıp başka topraklarda, farklı çiçeklerin arasında var olmaya çalışmak ne zormuş diye geçti aklımdan, ayrıştırılmadan…