1966 yılında İstanbul'da doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi'nde aynı bölümde başladığı yüksek lisans eğitimini tez aşamasında bıraktı ve yirmi altı yıl sürecek iş hayatına geçti. Şimdilerde fotoğraf çekmek, öykü okumak ve yazmak, film izlemek ve filmler üzerine yazmakla uğraşıyor. Aşk Ağustosta Güzeldi isimli ilk kitabı 2020 yılında yayınlandı. İFSAK üyesi, ifsakblog, perasinema ve Mikroscope'ta yazıyor.

 

Uzun yıllar yangınla mücadele üzerine çalışan babama ve onun her zaman destekçisi olan anneme…

İşe yetişmeye çalıştığı sabahlardan birisi daha. Yürüyerek gidiyor ama gene de hep geç kalıyor. Neyse ki annesi her sabah onu uyandırıyor. Babası kapıda önüne dikilip Mehmet’e her gün aynı soruyu soruyor:

“Nereye?”

“İşe baba”

“Ne iş yapıyorsun sen?”

“Öğretmenim ya…”

Her sabah babasına uydurduğu kuyruklu yalan ama gerçekte ne iş yaptığını anlatması çok zor. Bilgisayar diyecek, web sayfası diyecek, tasarım diyecek ve babası bunların bir tanesini bile anlamayacak. Öğretmen deyip  geçiyor. En kolayı. Bundan on sene önce olsa Ahmet Faik Bey’e yalan söylemek mi? Ölse daha iyiydi. Bir kez çocukken yalan söylemişti ve ne biçim dayak yemişti. Ağır ceza hâkimi Ahmet Faik Bey’in en baş lafı, ağaç yaşken eğilir idi. Ona her dayak attığında bunu söylerdi. Okumayı öğrendiğinde bunun anlamını araştırdı. Çocuklar mutlaka küçük yaşta eğitilmelidirler. Tamam da neden dayak yiyordu? Eğitsin anladık ama niye dayak? Bir gün ilkokul birinci sınıftayken öğretmeni, o uzun boylu, sarı saçlı, göz kapaklarını mavi mavi boyayan en güzel öğretmenleri, hani mini etekle okula gelirdi, işte o yanına yaklaşmıştı. Kadın ödevine bakayım diyecekti ama diyemedi. Mehmet kollarını yüzüne siper edip, “Gelme üzerime! Gelme!” diye bağırmıştı. Öğretmen ne olduğunu anlayana kadar onun sesine müdür kapıda belirmişti. Daha sonra annesi okula çağırıldı ama evde dayak bitmedi. Ağır ceza hâkimi Ahmet Faik Bey avukatların en sevdiği, en anlayışlı, en demokrat hâkimlerdendi ama Mehmet ve annesi için evi zindana çevirmişti.

“Hasret Hanım, annem kalkmadı mı?”

“Uyuyor Mehmet Bey. Kahvaltıda ne istersiniz?”

“Krep yap. Peynir de koy içine. Kahve hazır mı? Hemen yiyeyim, gideyim.”

Babası ceketini giymiş çoktan kahvaltı masasına oturmuştu. Onu tanımayan az sonra tıraş kolonyasını da yüzüne sürüp işine gidecek zannederdi. Mehmet, Hasret Hanım’a göz kırpıp,

“Bizim ağır ceza hâkimi Ahmet Faik Bey bugün kaç davaya bakacak acaba?” dedi.

Hasret Hanım kıkırdadı.

“Güldürmeyin beni Mehmet Bey.”

“Baba günaydın, nasılsın?”

“Oooo Mehmet oğlumuz gelmiş. Nereden geldin sen?”

“Köyden geldim baba.”

“Neyle geldin?”

“Otobüsle.”

Mehmet yıllar önce işe ilk başladığı yıllarda çok iyi para kazanıyordu. Daha babası emekli olmamıştı. Bir akşam:

“Baba seninle Dikili’ye gitsek dedi.”

“Ne yapacaksın Dikili’de bu kış vakti.”

“Belki bir ev alırım. Paramı çarçur etmeden bir eve yatırsam diyorum. Sizin köye gidelim. Senin dayı çocuklarının tanıdıkları vardır.”

“Sen köy hayatını ne bilirsin de köyden ev alacaksın. Sen köyde yapamazsın.”

“Baba köy hayatı, en basit hayat. Ben orada tarlada çalışmayacağım ki ya da denizde balığa mı çıkacağım? Yaz tatillerinde giderim. Arkadaşlarımla giderim.”

Annesi, Mehmet’in bu niyetini yuva kurma isteği olarak alıp,

“Evlenince çocuklarının temiz hava alabileceği bir bahçesi olur” diye onu desteklemişti.

Ahmet Faik Bey şimdi doksan yaşında, günlerini kafası hep pazar günü kıvamında geçiriyordu. Çayından bir yudum aldı, yumurtasından bir parçayı ağzına yavaşça götürdü.

“Dayılarım nasıllar?”

“İyiler baba, selamları var.”

Mehmet, krepinden bir yudum attı ağzına.

“Eline saglık Hasret Hanım.”

Hasret Hanım bulaşık makinesini boşaltıyordu.

“Hasret Hanım, anneme bir baksana!”

Annesi, Mehmet’in bir dediğini iki etmiyordu ama bir yandan da “Sen de yuvanı kur, yok mu şöyle eli yüzü düzgün bir kız arkadaşın, biz de düğün dernek görelim, torunumuzu sevelim” diye sabah akşam başının etini yiyordu. Oysa Mehmet, arkadaşlarının ona taktığı isimle La Dolce Vita Mehmet, hayatından memnundu.

Babası kahvaltısını bitirdi, Saatli Maarif Takvimi’ni eline aldı.

“Bugün günlerden ne?”

“Pazar baba. Babamda kafa hep pazar ya…”

Mehmet, fısıltıyla söylemişti ama Hasret Hanım duydu,

“Mehmet Bey, Allah iyiliğinizi versin, gene güldürdünüz beni.”

“Ne dedin Mehmet?”

“Yok bir şey baba.”

“Ben bugün ne yapacağım, mahkemeye mi gideceğim?”

“Yok baba, bugün pazar. Mahkemeler kapalı. Sen geç içeri otur, birazdan Hasret Hanım kahveni getirir.”

“Hasret Hanım anneme baktın mı?”

Mehmet, ahhh anneciğim babamı yıllardır bugün pazar diye diye nasıl idare ettin, ne kadar yoruldun. Hakkını kimse ödeyemez diye içinden geçirirken, Hasret Hanım’ın sesiyle irkildi.

“Mehmet Bey, koşun, anne uyanmıyor.”

“Uyanmıyor mu? Nasıl yani?”

Mehmet odaya koştu. Annesi bembeyaz yüzüyle yatağında sırt üstü yatıyordu. Bir kolu yataktan aşağıya sarkmıştı. Mehmet bir an kapıda durakaldı. Halının üzerine dökülen limon kolonyasının kokusu odayı kaplamıştı.

Hasret Hanım elleriyle bacaklarını dövüyor, bir yandan da;

“Ahhh anne, ahhh, diye bağırıyordu.”

“Hasret Hanım sakin ol, babam gelecek şimdi yanımıza.”

Hasret Hanım hem ağlıyor hem konuşuyordu. Eğildi, yerden kolonya şişesini aldı.

“Son günlerde hep kolonya istiyordu. Bir tuhaflık vardı halinde ama ben nereden bileyim…”

Mehmet, önce annesinin nabzını kontrol etti. Atmıyordu. Odada bir pencereye bir kapıya gidip gelip kendini toparlamaya çalıştı. Yatakta cansız yatan annesine bakamadı. Gözleri doldu ağlayamadı. Odadan çıktı, mutfağa gitti. Siyah saplı ekmek bıçağını aradı.

Babası salonda oturmuş dışarıda uçan kuşları izliyordu. Bir martı pencerenin önüne geldi, tak tak tak pencereye vurdu. Babası martıyı kovdu. Sokakta üst kattaki komşunun oğlunun servis arabası bekliyordu. Merdivenlerden koşarak inen ufaklığın ayak sesi duyuldu. Annesi “Yavaş ol oğlum, düşeceksin” diye bağırdı arkasından.

Mehmet, bulaşık makinesinin yanındaki çekmeceden siyah saplı bıçağı aldı, yatak odasına döndü, annesinin üzerini beyaz bir çarşafla örttü. Bıçağı tam karnının üzerine koydu. Bir süre gözlerini bıçaktan ayırmadı.