Eceli kalplerinde, kefenleri başlarında taşıyan eskiler, ölümün her nesneye hak olduğunu bildiklerinden ölümsüz bina yapmaya ar ederlermiş. Eski İstanbul’un yoksul ve ahşap mahalleleri, bu yüzden kurulurmuş tekrar tekrar. Küle dönerlerken doğrudan bakılamazmış hanelerin yüzüne, pencerelerin camlarından, çocukların bilyelerinden, kadınların bileziklerinden izlenebilirmiş sade. Harıltılara eşlik eden, canın yongası, güç bela kurtarılan megafondan birkaç nağme:
“Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın”
Ve bu kıyamet müziğine eşlik eden ağıtlar, içli ahlar, sessiz gözyaşları…
Uzunca bir süre “arkhe” budur sandım. Bir gün öğrendim ki; Evlad-ı Fatihân’dan İbrahim Ethem Bey, kasaturasından izlemiş elleriyle yok ettiği köyünü. Düşmana kalmasındansa toz olsun istemiş. O gün harıltılarına yas türküleri eşlik etmiştir mutlaka:
“Selanik Selanik viran olasın aman aman
Taşını topracığını seller alasın”
Ve onların artığı ben, ayaklarımı sallandırmış denize, Körfez’e bakan camlardan izliyorum kızıllığı, çıplaklaştırılan dağlar kanıyor karşımda. Ve üzülüyorum kendime, ne bir utancım var ne bir davam, yıkımıma boşluk eşlik ediyor sade.