Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Yazın başlangıcı, samyeli Boğaziçi’ndeki erguvan kokusunu tüm şehre yaymış. Aya Triada’dan çıkan bir grup hüzündaş, simsiyah, yakalarında kırmızı karanfil, bazılarının dudaklarında hâlâ son ağıt. Kristal Gazinosu’nun önünde akşamdan kalma kesif anason kokusu. Ve telaşlı insanlar… Elleri cebinde, başının üstünde sığırcık kuşları, sonunun gelmesini istemediği bir müziğin nakaratı dolanmış diline. Sonra kargalar, tiz sesleriyle kovaladılar sığırcıkları. Bakmadı, “Uğursuzluktur” diye geçirdi içinden. Baştan başa geçti tramvay yolunu, dönüşte Markiz’e uğradı. Özdemir, “Şair” diye gürleyerek oturttu yanı başına. Madam Arin yeni parlattığı gümüş bileziklerini şıkırdatarak yerleştirdi masalarına. Beş çayının yanında Limoges porselenlerde sunarken kekini, her zamanki gibi cüretkâr Türkçesiyle karaladıklarını okumaya heveslenip, beceremeyince huysuz bir çocuk gibi sarkıttı dudağını. Telaşlı bir çığlık duyuldu caddeden, huzursuz kalabalığın uğultusunu zabitin kesintisiz düdüğü böldü. Bir çift göz pencerenin kavuran tarafında dikildi dimdik. Gözlerinin harı, camı un ufak edip, bütün sırçaları batırdı kalbine. “Bir genç kendini Galata’dan aşağıya…”
Vedat’tı adı. Huzursuz, mütemadiyen refleksif. Her daim uçurumun kenarında, gözlerinde kesik bir zehir. Yaşı on yedi, saçları zehirli sarmaşıklar gibi kıvır kıvır. Sana benziyor derlerdi, benzerdi, kabul etmezdim. Yapamadıklarımı yapacak bir şahadet vardı onda bilirdim. Benim onlarca kez denediğimi o ilk denemesinde yapmıştı işte. Geriye ölümlük bir not bırakarak.
“Öyle intihar edilmez böyle edilir baba.”
Ümit Yaşar ve oğlu Vedat Oğuzcan’a saygıyla…