Harem İskelesi, çam ağaçlarıyla etrafı çevrili bahçeye bir kuş uçumu uzaklıkta… Ellerimi uzatsam yakalayabileceğim kadar yakın. Karşıda Cankurtaran sahilini dalgalar dövüyor. Sokakta çocukların çığlığı martılarınkine karışıyor.
Can, günlerdir aklına koyduğunu yapıyor. Oyundaki yerini arkadaşına bırakarak, tel örgülere yaklaşmaya çalışıyor. O da ne? Film gibi… Silahları omzunda beş asker çitin etrafında dolaşıyor. Küçük oğlanın merakı daha da artıyor, biraz daha yaklaşıyor. Erlerin gözetim altında tuttukları gencecik kadınları görüyor. Bir aşağı bir yukarı yürüyorlar. Islık çalıyor. Dönüp bakıyorum. Gözlerindeki ışık yüreğimi aydınlatıyor. Eliyle zafer işareti yapıyor, karşılık veriyorum. Er yanına giderek bir şeyler söylüyor, duyamıyorum. Koşarak uzaklaşıyor.
Havalandırma süresinin bitimine az kaldı. Oğlan gözden kayboldu. Başımı gökyüzüne çeviriyorum. Dikdörtgen biçimindeki tarihi binanın dört köşesindeki kulelere gözüm takılıyor. Askerin düdüğü çalmasıyla daha önce topçu eşeklerinin barındığı koğuşa doğru yöneliyorum. Birazdan ailelerle görüşümüz başlayacak. İlginçtir; insan kendi topraklarında da esir düşermiş. 1920’de İstanbul işgalinde İtalyan kontrolüne giren kışla, Osmanlıları tutsak edip, buraya koymuş. Tam altmış yıl sonra dünyaya ve ülkesine dair gelecek düşleri olanlar aynı yerde gözetim altında tutuluyor.
Beş basamaklı merdivenden geçerek içeri giriyorum. Demir parmaklıklı kapı üstümüze kapanıyor. Dışarıda görüşe gelen ailelerin heyecanlı konuşma sesleri mermer koridorda yankılanıyor.