Bir süre öylece kalakaldım. Defalarca rüyamda öldürdüğüm adamın varlığından kurtulmuş, onu gerçekten öldürmeyi başarmıştım. Korkmuştum, ne yalan söyleyeyim. Yüzüne bakmaya cesaret edemediğim cesedi çarşafa sardıktan sonra halının üzerinde bırakıp ödül törenine gittim. Bu sefer farklı olur sanmıştım. Olmadı. Onlarca insanın yeni çıkan kitabım ile ilgili yorumlarını her zamanki sıkılganlığımla, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken dinledim. Övülmek berbat bir şey… Çok kısa ve tutuk bir konuşma yaptıktan sonra lanet yerden kaçarcasına eve döndüm. Onu tamamen yok etmek için. Yakacaktım bahçede, ya da belki o nefret ettiği menekşelerin dibine gömecektim. Ama şimdi de yokluğu içimi kemirmeye başlamıştı işte. Ben bu adamdan neden kurtulamıyorum? Ölüsü ile bile beni yine alt etmeyi başardı. Başparmağım kemirmekten kanamaya başladı. O anda beynimden gelen uğultu ile birden, ışık hızında dönen dehlizin içinde sürüklenircesine alt kata inen merdivenleri bir saliseden kısa sürede geçtim. Kapısı kapalı odadan içeri süzüldüm. Aynı el dokuması halı, aynı yatak, aynı çiçekli örtü… Her şey onu öldürdüğüm üst kattaki oda ile aynıydı. Korkunç benzerlik karşısında afalladım. Elim sakince lambanın ışığına uzandı. Siyah bir ışık daha da kararttı içeriyi. Bir tek bilgisayarın ekranından odaya hafif bir mavilik sızıyordu. O an beni gördüm, kendimi. Bilgisayarın başında ifadesiz şekilde hızlıca yazıyordum. Korkarak arkadan yaklaştım kendime, sağ omzuma dokundum, ekrana baktım; yeni kitabımın taslaklarıydı bunlar. Yazdıklarımı gittikçe buğulanan gözlerimle okumaya başladım:
Çaydanlığın kapağını açtı, eğildi ve kokladı. “Olmamış,” diye mırıldandı, “demlenmemiş daha.” Elimde ekmek bıçağı kapıda durmuş, verevine çatlamış mutfak camından aksime bakıyordum. “Sevgi’nin çayı bir başka kokardı. Halbuki çay aynı çay,” derken döndü; göz göze geldik. Gözlerimiz birbirine kilitli konuştuk:
“Neden öyle bakıyorsun bana? Elindeki ne?”
“Görmüyor musun, bıçak işte.”
“Öldürecek misin beni?”
“Yıllardır bunun hayali ile yaşadım.”
“Saçmalama, ben sana ne yaptım?”
Hızla babama doğru yaklaştım, bıçağı olanca gücümle karnına doğru savurduğum anda kaçmayı başardı. Arkasından emin adımlarla yürüdüm. Odanın kapısında kıstırdım onu, kaç kere sapladım bıçağı, saydım ama hatırlamıyorum. Hiç hareketsiz kalana kadar sanırım. Belki üç, belki beş, belki on. “Yapma oğlum,” diye bağırmıştı babam. “Beni öldürünce eline ne geçecek? Bunun vebali ağır olur.” Bunlar onun son sözleriydi. Bedeni daha da biçimsiz bir hal almıştı. Doğruldum, ona tepeden baktım. Hiç kan yoktu, bir gram bile. Üstündekileri yırtarcasına sıyırdım, bıçağın girdiği yerlerde pembe küçük lekeler vardı ama kan yoktu. “Kansız,” dedim, “Kanı bile akmadı.” Yatağın altından evvelden hazırlamış olduğum çarşafı çektim, bir hamlede sardım onu. Saate baktım, ödül törenine yetişebilmek için on dakika içinde evden çıkmalıydım.
Törenin yapıldığı salonda yaşananları anlattığım satırları okumadan hızlıca geçtim. En son şu cümle vardı sayfada: “Hayır yoktu, iki saat önce öldürdüğüm adam, sanki yer yarılmış içine girmişti.”
Neler oluyordu? Anlamak için beynimi zorluyordum ama her şey gitgide daha da karmaşık bir hal alıyordu. Doğruldum. Gözlerimi kapayıp açmamla kendimi iki kat yukarıda buldum. Yine aynı kapı, aynı eşyalar, kahrolası her şey aynı. Lambaya uzandım, mavi ışık aydınlatır aydınlatmaz içeriyi, karşımda babamı gördüm. Korktum tabi. Küçük yatağımın tamamını neredeyse kaplamış vaziyette oturuyordu. Hafif sert bir ifadeyle, “Gel şöyle yanıma, konuşalım,” dedi. Küçülmüş, üç yaşlarında bir çocuk olmuştum şimdi. Gözlerimi el halısından ayıramıyor, başparmağımın tırnağını yiyerek babamı dinliyordum. Cümleler kesik kesikti. Bundan böyle… Yatak… Kocaman adam… Anneni… Canım oğlum… İyiliğin için… Oğlum… Gözler… Başımı kaldırmak istiyordum ama olmuyordu. “Yüzüme bak!” derken sesini yükseltti, çok iyi hafızamda. “Tamam baba,” diye bir ses çıktı ağzımdan. “Aferin. Hadi şimdi dişlerini fırçala, sonra doğru yatağına.”
Odadan çıktım, elimde mutfak bıçağı, merdivenleri ağır ağır indim. Demir kapıyı güçlükle araladım. Bahçede kendi etrafımda dönmeye başladım. Döndüm, döndüm, döndüm. Gökyüzünde ne tek bir yıldız ne de ay vardı. En son hatırladığım, yerde yatıyordum, bileklerimden sızan kanlar pembe menekşeleri suluyordu. “Ölecekler yazık,” diye düşündüm göz kapaklarım kapanmak üzereyken. Penceresi ardına kadar açık orta kattaki odadan sızan bilgisayar ışığı can veriyordu sadece geceye. Bir de ojeli tırnaklarla hızlı hızlı basılan, klavye sesleri…