1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

“İnsanlar beni okurken kendilerini dişçi koltuğundaymış gibi hissetmemeli.”

 

Dergimiz Mikroscope’un eylül sayısı için EN HÜZÜNLÜ EYLÜL romanınız hakkında sohbet etmek isabetli olur diye düşündüm. Bu ayki temamızın “mekân” olduğunu göz önünde bulundurursak evlerini, vatanlarını hayatlarının sonuna kadar bir daha göremeyen insanlarımızı hatırlamayı çok anlamlı bulduğumu belirtmek isterim ancak önce, biraz sizden bahsedelim isterseniz: Yayımlanan her kitabınızı okumaya gayret gösteren, oldukça sadık bir okuyucu kitleniz var. Onlar sizi iyi tanıyor gerçi ama ya siz kendinizi nasıl tanımlarsınız? Kimdir Osman Balcıgil? 

Esasen, aklım ve bilgim yettiğince dünyayı anlamaya çalıştığımı ve onu karınca kararınca daha yaşanır hâle getirmek için çabaladığımı söylersem sanıyorum çok yanlış olmaz. Bu galiba benim jenerasyonumun ortak özelliği. Hem dünyada hem de Türkiye’de, malum birçok nedenle, insan olmaya dair bu önemli özellik (anlama ve değiştirme) epeyce törpülendi. Hasılıkelam; okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum ve biriktirdiğim ne varsa, ola ki başkaları da yararlanır umuduyla, yaymaya çalışıyorum. 

Bir röportajınızda, 1988’de aldığınız Türkiye Gazetecilik Başarı Ödülü için “Bugün bana o ödülü vermezlerdi,” diyorsunuz. Neden?

Feci bir yirmi yılı geride bırakmak üzereyiz. Kimileri bu siyasal iktidar için “Şu tarihe kadar böyle değildi; aslında liberal, özgürlükçü dönemleri de oldu,” filan diyorlarsa da ben aynı fikirde değilim. İktidar olmadan önce söyledikleri gibi, “demokrasi treni”ne binmişlerdi; “iyi kalpli” bazı arkadaşlarımız da onlara inanmıştı. Yetiştikleri zeminin bir karakteri olmak üzere, demokrasiye ihtiyaçları biter bitmez trenden inecek, gerçek yüzlerini göstereceklerdi. Öyle de oldu. Siyasal İslamcı AKP, bana soracak olursanız, ilk günden itibaren “parti devlet” tezini hayata geçirmeye kilitlenmişti. Kimi “saf”lar, içinden; kimileri de, dışından, bu yolculuğa ortak oldular. Hatırlayacaksınız, bunu konuştuk epey. Benim “saf” benzetmemi kimi “kazazedeler”, kendileri için “kullanışlı aptallık” diye bile nitelediler. Neyse… Dünya başka “parti devleti” yönetimleri de gördü. Partiye üye olursun ve “Bal tutan parmağını yalar.” misali yükselir, zenginleşir, hükmeder, senin gibi düşünmeyenleri aşağılar, yargılar, mahkûm eder ve topluma dönüp senin gibi olmayanların aslında ne kadar aşağılık, demokrasi düşmanı, hırsız, uğursuz olduğunu anlatırsın. Bütün medya kontrolünde olduğu için, toplumun ekseri bölümü söylediklerine inanır. Bugün ne yazık ki, yirmi yıl gibi çok uzun süren böyle bir dönemi noktalamak üzereyiz. Sorunuzun cevabına gelecek olursak: Siyasal İslam’a taban tabana zıt benim gibi birinin, bu tür bir atmosferde herhangi bir gazetecilik başarı ödülü alması mümkün mü? Değil. Bunun ön koşulu, eylemli bir biçimde gazetecilik yapmak. Şu anda eylemli olarak gazetecilik yapanların hâlini görüyorsunuz. Sayıları bir avuç ve büyük bir kısmı, korkunç baskılar altında mesleklerini icra etmeye çalışıyorlar.

Hepimizin tahmin edebildiği sebeplerden, bu ülkede en çok sevdiğiniz iş olan gazeteciliği yapamadığınızı biliyoruz. Peki roman yazarken kendinizi gerçekten özgür hissediyor, otosansüre gerek duymadan kalem oynatabiliyor musunuz?

Gazetecilik yaptığım yıllarda da hep roman yazmak istedim. Oysa roman yazmak tam zamanlı bir iş, gazetecilik de öyle. Günde yirmi dört saat, haftada yedi gün çalışsanız da gazeteciyseniz işiniz bitmez. Oysa roman yazmak için salim bir kafaya ihtiyacınız var. Günde en azından sekiz on saat, öteki bütün meseleleri bir kenara bırakabilmeniz gerekiyor. Tabii bu tarif, benim gibi normal insanlar için geçerli. Dünyada ikinci iş olarak romancılık yapan ve başarılı olan “süper yazarlar” da var. Gazetecilik yaptığım yıllarda, araştırma kitabı olarak yayımlanan çalışmalarım hariç, maalesef söylediğim nedenle roman üzerine çalışamamıştım. Sorunuza gelince, gazeteci ya da romancı veya mimar ya da hekim olduğunuzda dünya görüşünüz değişmiyor. Kişisel tarzınız ve hayata dair yaklaşımlarınız da öyle. Tek fark, masaya bu kez başka bir “iş” yapmak üzere oturuyor olmanız. Gazetecilik ile romancılık arasındaki belki de en önemli fark, romancının aktüel olmak zorunda olmaması. Böyle olunca otosansüre ihtiyacınız da kalmıyor. Belki başka zaman dilimlerinde ama sansürsüz konuşabiliyorsunuz. Öte yandan, iddia ederek söylüyorum, İ.Ö. 500 yılında da geçse bütün kitaplarım aynı zamanda bugüne dair ve otosansürsüz.

Kapitalist yayın dünyasının bize hediyesi olan -orijinal isimleriyle- “best seller” ve “long seller” kavramlarının neresinde görüyorsunuz kendinizi? Kitapları “çok satan” Osman Balcıgil, aynı zamanda gelecek nesillerin de yazarı olur mu sizce? Bu konudaki öngörünüzü merak ediyorum.

Doğrusu bilmiyorum. Bunu zaman gösterir. Öte yandan, galiba, “best seller” tarifinin yaygın olarak doğru anlaşılmadığını düşünüyorum. Çok satan kitap denilince sanki “pulp fiction” (sabun köpüğü) gibi olumsuz bir kanaat uyanıyor. Bu doğru değil. Diğer taraftan, uzun yıllar satan kitapların yazarı olmak, tabiatıyla her yazarın gönlünde yatan aslan. Hiçbir yazarın bunu kendi ömrü süresinde tadamayacak olması ne büyük haksızlık, öyle değil mi? Çünkü ben, “uzun satan yazar” denilince Tolstoy’u, Dickens’ı, Flaubert’i filan anlıyorum; Murakami’yi değil mesela. Ayıp olmasın diye özellikle yerli örnek vermediğimi fark etmişsinizdir. 

Sizin severek okuduğunuz yazarlar kimlerdir ve aynı eseri, hayatınızın farklı dönemlerinde yeniden okuduğunuz oldu mu hiç? Olduysa adını öğrenebilir miyiz?

Arada bir elim klasiklere gider; birini çeker, baştan sona kadar değilse de okurum. Az önce zikrettiğim isimler, bu sorunuz için de geçerli. Yerlilerden örnek verecek olursam “Tanpınar,” derim gönül rahatlığıyla. Mesela siz bu soruyu sorunca, içimden Yorgun Savaşçı’yı okumak geldi. Çakı gibi bir yüzbaşı olan İttihat ve Terakki mensubu Yüzbaşı Cemil’le birlikte, Birinci Dünya Savaşı günlerine ve sonrasına yolculuk etmeyi kim istemez? 

Dönem ve biyografik romanlarınızda, gerçek ile kurgu çok yumuşak bir şekilde iç içe geçiyor. Belli ki, çok ciddi araştırmalar yapıyorsunuz. Kendinize ait bir arşiviniz var mı ve varsa şayet, dijital hâlde mi? Bu arşivi, gelecekte genç yazarların ve araştırmacıların kullanımına açmak gibi bir projeniz söz konusu mu?

Gazetecilik yıllarımda sıkı bir arşiv yapmıştım. İnternetin olmadığı yıllardı ve her birimiz kendi arşivimizi oluşturmak zorundaydık çünkü gazetelerin genel arşivleri ve kütüphaneler isteklerimize, özellikle de yoğunlaştığımız konulardaki ihtiyaçlarımıza pek de karşılık verecek nitelikte değildi. Köprülerin altından çok sular aktı. İnternet teknolojileri, dünyamızı alabildiğine değiştirdi. Bu nedenle, sadece üzerinde çalıştığım kitabın ne olacağına tam olarak karar verdiğimde araştırma yapmaya başlıyorum. Yani eskiden olduğu gibi, bir yerde okuduğum herhangi bir yazıyı, “Günün birinde lazım olur,” diye bir kenara koymuyorum. Bir sistem dahilinde bir yere konulmazsa bu tür yazılar bir süre sonra arandığında bulunamaz hâle geliyorlar. Sistem geliştirmek ise yazarların değil, arşivcilerin işi. Bunun yerine, ne aramam gerektiğini ve bunu nerede bulabileceğimi önceliyorum. Kısacası, genç yazarlar arşiv hususunda bana güvenmesinler. ☺

Gene dönem romanlarınızda, genellikle iki farklı zaman dilimi arasında gidip geliyorsunuz. Bunu tercih etmenizin özel bir sebebi var mı acaba?

Anlatımda kolaylık sağlamak, bir başka deyişle, sıkıcı olmamak için bu tür tekniklere başvuruyorum. Gazetecilik günlerimde de okurlara, okunabilir metinler vermeye çalışırdım. İnsanların beni okurken kendilerini dişçi koltuğundaymış gibi hissetmelerini istemiyorum. Kaldı ki, en ağır bilimsel metinlerin, tarih çalışmalarının veya manuellerin ya da prospektüslerin bile anlaşılır yazılabileceğine inanıyorum. Zamanda gidiş gelişlerimin ve öteki arayışlarımın nedeni bu.

Bütün romanlarınız içinde en çok sevdiğiniz, en çok öykündüğünüz karakterler hangileri ve neden?

Bütün romanlarımda biraz varım: Ters Kanatlı Şahin’de Aleksi, mesela… Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var’da Teğmen Fuat… Son kitabım Melek Terörist Fahişe’de Gazeteci… İyiden, güzelden, doğrudan yana olduğumu düşünüyorum. En azından, öyle olmak istiyorum. İlerici, demokrat, aydın, devrimci olmak sadece benim için değil, bütün insanlar için birer haslet olmalı. Hâliyle, bu düşüncelerim metinlerime de yansıyor. 

İyi bir araştırmacının olmazsa olmaz özellikleri nelerdir sizce?

İki kelimeyle cevap vermeye kalksam “aydın olmak” derdim. Biraz daha derinleşecek olursak araştırmacı olmak için, yenmesi gereken bir fırın ekmek olduğunu görmemiz, bilmemiz gerekiyor. Asıl soru şu: Neyi araştıracaksınız? Daha da önemlisi, nerede bulacaksınız? Bu iki sorunun cevabını, sadece hayatını anlamaya adayanlar verebilir. Tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi (Böyle bir dersimiz vardı.) okumadan; sanatları, bilimleri es geçerek neyi anlayabilirsiniz? Müzik, resim, heykel ilgi alanınıza girmiyorsa sadece bu konulardan mahrum kalmazsınız ki! Tarih de bilemezsiniz. Dinler tarihi, uygarlıklar tarihi, iktisat tarihi, siyasal tarih, savaşların tarihi, hatta deliliğin tarihi… Saymaya devam edeyim mi? Bütün bunları, hiçbir nedeni yokken bileceksiniz üstelik. Hasılıkelam, ilk okuyacağınız yazı ya da kitap; kendi yazacağınız yazı ya da kitap olmamalı. İyi bir araştırmacı olmanın ön koşulu, aydın olma çabasından geçer.

Benim çok merak ettiğim bir başka konu da, sizin araştırma sürecinizle ilgili: Araştırmalarınızda nerelerden faydalanıyorsunuz? Araştırma yapmak isteyen biri, halka açık kütüphaneler dışındaki arşivlere nasıl erişebilir? Gazeteler her isteyene arşivlerini açıyor mu, örneğin? Ya yurt dışı araştırmalarınız? Bu konuda size yardımcı olan birileri var mı?

Bir kere, hangi konuda yazacak olursam olayım, o konuyla ilgili yayımlanmış kitapları, makaleleri, gazete haberlerini okuyor, filmleri izliyorum. Yetinmiyorum, çevresinde de geziniyorum. Bunlar internet çağında ulaşılması çok zor konular değil. Daha derinde olanlara birkaç örnek vereyim: İbn-i Arabi üzerine yazacaksanız Oxford ya da Harvard gibi üniversitelerdeki düşünce kulüplerinin internete düşmeyebilecek yazılarına ulaşmak isteyebilirsiniz. Bu tür kulüpler, düşüncelerini anlatacak insanlar çıksa diye dört gözle bakıyorlar. Ya da mesela, İhvân-ı Safâ için yazacaksanız (Şimdi külliyat yayımlandı; ben 53. Risâle’yi yazarken henüz yayımlanmamıştı.) Süleymaniye Kütüphanesi’ne gitmeniz, Arapça bilen birinin desteğini almanız gerekebilir. İngiltere’deki, özellikle de Londra’daki kütüphaneleri biliyorum. Kapısından girip okumak istediğiniz yayının adını söylemeniz yeterli. Bu da bizi, az önceki sözlerime geri götürüyor: Sahi siz ne arıyorsunuz? Aradığınız her neyse, acaba nereden bulunabilir? 

Türkiye’nin yakın tarihini, özellikle de 1938 sonrasında yaşananları kurgu olarak değil de, belgesel tadında yazmayı düşünür müsünüz?

Yazdığımı düşünüyorum. Az önce de söylediğim gibi, ben okunabilir metinlerden yanayım. Belgesel yazıyorum diye kurgu karakterlerden vazgeçmek zorunda değilim ki. Kitaplarımı okuyanlar, sanıyorum hangi karakterlerimin kurgu, hangilerinin gerçek olduğunun ayrımına varıyorlardır. Demek istediğim, isteyenler romanlarımı belgesel gibi de okuyabilirler. Belgesel yazacak olsam da farklı davranmazdım. Kitaplarımın üzerinde “roman” ibaresinin bulunması, onların “belgesel” olmadıkları anlamına gelmemeli. Arka planında tarihî bir dönem ya da olay varsa veya bir kişinin üzerine kurulmuşsa belgeselci titizliğiyle yaklaşmak bir seçim değil, zorunluluk. Becerebiliyor muyum, bilemem ama yapmaya çalıştığım tam olarak bu.

2020 yılında ilk kez basılan EN HÜZÜNLÜ EYLÜL isimli dönem romanınıza gelmek istiyorum şimdi. Kitaba “Söyledim ve ruhumu kurtardım.” cümlesiyle başlamışsınız. Gerçekten kurtardınız mı ruhunuzu, Osman Bey? Yazarak içinizi dökmek bunu sağladı mı?

Kişisel olarak, ben kurtardım. Bir Ermeni mahallesinde yetişmiştim. Türk bir aileden geliyordum ve etrafımda bu konu çok ama çok konuşuldu, tabii ki hüzünle. Belleğimin bir kenarında küllenmeden duran bu konuya, hep utançla yaklaştım. Ailem bu menhus olay esnasında pozitif bir rol oynamışsa da Türk kimliğimden utanıyordum. Artık utanmıyorum çünkü ben “söyledim ve ruhumu kurtardım”. Belleğimin karanlık bir köşesinde saklamayı sürdürmedim. Bu kitabımla “azınlık” yurttaşlarımızdan, en azından kendi adıma özür dilemiş oldum. Allah konuşmayanları, susanları, düşüncelerini kendileriyle birlikte cehenneme götürecek olanları da kurtarsın! Öte yandan, yaşanmış olanlar; Osman’ın ya da ötekilerin minicik ruhlarını kurtarmalarıyla halledilemeyecek kadar devasa elbette. Çok büyük bir toplumsal meseleden, travmadan, utançtan bahsediyoruz. Kitabı yazmam, bu tür olayların bir daha yaşanmaması yolunda bir çaba olarak da görülmeli. Kitabın bir yerinde “Hesaplaşmadığımız için Çorum, Maraş, Sivas olayları oldu,” diyorum. Toplum olarak bu tür ayıplarımızla yüzleşmemiz şart. 

6 – 7 Eylül 1955… Korku filmlerinden hâllice iki gün! Ve yetmezmiş gibi, aynı topraklarda senelerce yaşanacak daha nice trajedi… Geçmişimizle hesaplaşamadığımız için mi sürekli tekerrür eden bir tarihle baş başa yaşamak zorunda kalıyoruz ya da daha açık sorayım sorumu: Devletimiz, siyasilerimiz ve tarihçilerimiz 6 ve 7 Eylül günlerinde olup bitenlerle yüzleşebilseydi eğer, Maraş Olayları ya da Sivas Katliamı önlenebilir miydi, örneğin?

Evet, önlenebilirdi. Bu ülkenin aydınları olarak, Maraş Olayları olduğunda “Maraş’ı doğuran karın, gebe hâlâ yenilerine,” demiştik. Dediğimiz gibi oldu. Sivas’ta Madımak Oteli’nde aydınlarımız yakıldı. Daha da kötüsü oldu: O olayın elebaşları, parlamentoya bile girdi. Daha da kötüsü olabilir çünkü Türkiye, henüz bu aydınlanma seviyesine ulaşabilmiş değil. 

EN HÜZÜNLÜ EYLÜL, o dönemde ayrıştırılanların sadece halk olmadığını, siyasî partilerde bile “siz -biz” bölünmesi yaşandığını gösteriyor. Farklı yerlerde yemek yemeye özen gösteren, farklı plajlarda denize giren, vebalılarmış gibi “ötekilerden” itinayla uzak duran devlet adamları… Tarihten hiç ders almayacak mıyız, Osman Bey?

Günün birinde alacağız kuşkusuz. Bu sürenin uzaması ya da kısalması, aydınların gösterecekleri çabayla doğru orantılı. Arada bir tartışıyoruz, “Sağcıdan aydın olur mu?” diye. Türkiye’ye baktığımda düne kadar “Olmaz,” diyordum (Hoş, yirmi yıl önce “Bal gibi olur!” diyenler ve siyasal İslamcılara yol verenler de vardı ve güvendikleri dağlara kar yağdı ya, o da ayrı…). Bugün biraz daha umutluyum. 6’lı masada oturan kimi liderleri ve onların kadrolarının söylediklerini önemsiyorum. Ağızlarından çıkan laflara sadık kalırlarsa ve şu anda sahip oldukları zihniyetle ülkeyi uzunca bir süre yönetebilirlerse “Türkiye makûs talihini yenebilir,” diye düşünüyorum. 

“Rumlar mübadele, Ermeniler sürgün, Kürtler Dersim, Yahudiler varlık vergisi nedeniyle” Demokrat Parti’ye umut bağlayıp baskıdan kurtulmak istemişler. Peki, başından beri laiklik karşıtı söylemleriyle gündemde olan bir siyasî partiye, nasıl olmuş da bu insanlar bu kadar güvenebilmiş? 1950’lerde sadece sekiz on gazeteyle algısı yönetilen bir toplumdan bahsediyor da olsak, bunu aklım almıyor.

Alsın çünkü Demokrat Parti, gökten zembille inmedi. Meseleye bir de şöyle bakın: 1923 ile 1946 arası, 23 yıldan ibaret. Ülkenin kurucusu olan Cumhuriyet Halk Partisi, ülkeye sadece 23 yıl tek ses olarak hâkim olabildi (Bu arada AKP 20 yılı devirdi bile!). Öncesinde Osmanlı vardı. CHP’yi kabaca, “Osmanlı’nın muhalefeti” diye düşünün. Meşrutiyet, Tanzimat, İttihat ve Terakki, batılılaşma hareketleri olarak aklınıza gelen ne varsa o zamanki Saray’ın tersi istikamette yol alıyorlardı. Aydınlanmacıydılar, batıcıydılar… Cumhuriyet’e rengini veren bu kadrolardır. Peki ötekilere ne oldu? Muhafazakârları, saraycıları kastediyorum. Tekkeler, zaviyeler kapatılınca sahiden kapatılabildi mi? Ya da hocalar, şeyhler, şıhlar, ağalar, mütegallibe sınıfı sahiden yok oldu mu? Hayır. Dünya görüşlerimizi, düşünce tarzlarımızı değiştirmemiz (daha iyisine dönüştürmemiz) o kadar kolay değil. Gördüğünüz gibi, geçen yirmi yıl, AKP iktidarına yetmedi mesela. Bugün ülkenin ilerici, aydınlanmacı, devrimci damarının gür çıkan sesinden de bunu anlamamız lazım. O zaman da (23 ile 46 arasında) yirmi üç yıl yetmemişti. Demokrat Parti ve sonrasında günyüzüne çıkan bütün sağ siyasi hareketler ve siyasetçiler; Osmanlı’nın muhafazakâr, doğucu, İslamcı kesiminin kalıntısıydılar. 

Romanı okurken zaman makinesiyle bambaşka bir İstanbul’a yolculuk yaptım sanki: 1950’ler… Kozmopolit bir Türkiye… Şehrin göbeğinde denize girme imkânı… Neredeyse her iskeleye uğrayan vapurlar… Buna karşılık; Benzur Birahanesi, Niko’nun Fırını, Madam Ortans’ın Pastanesi gibi kaybolan nice mekân… Mecbur kalıp da buralardan gidenler, meğer renklerini de beraberlerinde götürmüşler ve geride siyahlarla beyazları bırakmışlar. 6-7 Eylül Olayları sonunda kimler neler kaybetti ve kimler neler kazandı sizce?

Ben kaybettim mesela. Heybeliada’da Stefo’nun fırınından ponçik alırdım. Tadı hâlâ damağımdadır. Şimdi burada uzun uzun anlatmayayım neleri çok özlediğimi. Kitapta var. Ülkelerini bırakıp yurt dışına giden “ekalliyet” mensubu yurttaşlarımız da kaybettiler. Onlardan da kitapta uzun uzun bahsettiğim için burada lafı uzatmayayım. Kazanan muhafazakârlık ve milliyetçilik oldu. Şimdi girebiliyor musunuz, mesela, Boğaziçi’nde bikiniyle denize? Alkol fiyatlarının astronomik olmasını, genel ekonomik durumla açıklayabilir misiniz? Rock konserlerinin engelleniyor olması, bir hayat tarzının öteki üzerine baskısı değildir de, nedir? Çok renkli, çok sesli, çok kültürlü bir toplum olmayı sürdürebilseydik bu hâle gelir miydik? Şüphesiz hayır! Dediğim gibi gericilik, yobazlık kazandı. 

EN HÜZÜNLÜ EYLÜL’de şöyle bir paragraf var; bu sorumu da onun üzerinden sormak istiyorum:

“Meseleleri çözülmemiş bir ülkede yaşıyoruz. Her kuşak üstesinden gelemediği ya da gelmek istemediği konuları kendinden sonraki kuşağa havale ediyor. Çocuklarımız dünyaya gözlerini, bizim halledemediğimiz tartışmalı konularla açıyor. Bugün tartıştığımız hiçbir konu yeni değil.”

-Osman Bey, adına “umut” dediğimiz duygu tam olarak böyle bir şey mi yoksa? “Biz beceremedik, yüzümüze gözümüze bulaştırdık ama bizden sonrakiler nasılsa hallederler,” diye açıklayabileceğimiz bir “sırt dayama bahanesi” mi yani?

Sanmıyorum. Hangi iyi ebeveyn, çocuklarının zor durumda yaşamasını ister ki? Bence bir aymazlık söz konusu. Az kültür, az bilgi, az görgü bizi söylenenlere inanmaya itiyor. 

Siz, geleceğe umutla bakıyor musunuz peki? Umut, hayatınızın ne kadarında yer alıyor?

Bakıyorum, hem de çok! Siyasal İslam’la yönetilen dönemin sonuna geldik. Hani bir laf vardır, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir,” diye. Uyarıldık da, dayak da yedik. Maymun gözünü açtı (Açmıştır diye umut ediyorum.) bence. Sanıyorum bundan sonrası aydınlık olacak. 

Keyifli bir sohbet oldu. Dergim Mikroscope adına çok teşekkür ederim.