Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

 

“Aşk büyük bir eşitleyicidir”

 

Müge İplikçi: Zeytin Dalı’ndan herkese merhaba. “Doğru yerdeydim ama orada yanlış şeyler olmuş gibiydi…” Kitaba adını veren “Gökçukuru” öyküsünde böyle bir cümle var. Kitabın yazarı Ramazan Güngör Ordu’da doğdu. Marmara Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Çeşitli dergilerde ve internet sayfalarında öykü, şiir ve yazıları yayım”lanmış bir arkadaşımız, bir meslektaşımız. İki tane kitabı var bundan önce. “Lodos Güncesi” bir şiir kitabı olarak bizlerle buluştu. 2019’da ise “Yalpa” isimli bir öykü kitabıyla karşımıza çıktı. Ve bugün ilginç bir başka kitapla, “Gökçukuru”yla Ramazan Güngör’le birlikteyiz. Almanya’ya gidiyoruz, Stuttgart’a kadar uzanıyoruz. Hoş geldiniz Ramazan Bey. 

Ramazan Güngör: Hoş bulduk, teşekkür ederim.

Müge İplikçi: “Gökçukuru”ndaki bütün öykülerde neredeyse o çocukluğun izlerini çıkarıyorsunuz. Ben öncelikle onu sormak istiyorum. Ramazan Güngör’ün çocuklukla ne işi var? 

Ramazan Güngör: Ya işin doğrusu bütün öyküler aslında çocukluktan itibaren yazılmaya başlıyor;  insan hayatının öyküleri. Çocukluktan itibaren yazılmaya başlanıyor. Bu anlamda geriye bakışlı, bakışımızın her noktasında aslında çocukluğa doğru bir gidiş var. Öte yandan çocuklukla ilgili yazmak çok bilinçli şey değildi. Mesela bir önceki kitapta, “Yalpa”da bu kadar çocukluk hikâyesi yok. Niye böyle oldu, sanırım bunun pandemiyle biraz ilişkisi var. Çünkü hayatımda ilk defa bu kadar çok zamanım oldu. Ve hayatımı tekrar gözden geçirdiğimde şimdiye dair bütün meselelerin köklerinin aslında çocuklukla ilişkili olduğunu gördüm. Belki o yüzden bu kadar çok çocuklara değinmiş olabilirim. 

Müge İplikçi: Tam da burada aklıma kitaptaki “Eldiven” ve “Önlük” öyküleri geliyor. Sadece çocukluk yok, onlarda bir de yoksulluk var. Sizin öykülerinizdeki ana temalardan biri de yoksulluk, yoksulluğun çocukla buluştuğu yer. Aslında ciddi bir kırılmayı da aktarıyor bize. O kırılmayı da bize anlatmanızı rica edeceğim. Yani çocukluk belli başlı bir kırılma zaten ama yoksulluk bunun neresinde duruyor Ramazan Bey?

 Ramazan Güngör: Yoksulluk aslında Türkiye’de insanların genelinin içinde bulunduğu durum. Hele de bu bunun dışına çıkınca geriye baktığınızda bunu daha net görebiliyorsunuz. Yoksulluk sadece, aslında maddenin yokluğu değil, paranın yokluğu değil. Yoksulluk insanın içine konulduğu bir durum da bir taraftan. Neden? Çocukluğa baktığımda ve doğup büyüdüğüm yerde, o yere gittiğimde gördüğüm şey yoksulluğun bizi ittiği -bir çocuk olarak ittiği- o ruh durumu. Herkes yoksuldu. Bunu kavramsallaştıramıyorsunuz çocuk olarak ama biraz daha varlıklı insanların olduğu noktada yoksulluğunuz kendini birden ortaya koyuveriyor. O bahsettiğiniz öykülerden birinde -ünlü çocuk eldiven öyküsünde- bir eldiven olarak karşımıza çıkıyor. Çok zor sahip olunan bir eldiven, bir eşya. Onun kullanımıyla, onun varlığıyla olduğu gibi yokluğuyla da ortaya çıkabiliyor. Bu anlamda yoksulluk aslında insanın bütün yaşamını silen bir durum. 

Müge İplikçi: Şimdi bu dediğiniz, varlıklı insanların karşısında daha da belirginleşen bir gerçek. Bu yoksulluk noktasından arkadaşlığa gelmek istiyorum. Aslında arkadaş ilişkilerinde de böyle bir gerçek kendini ortaya çıkarıyor. “Çocukluk Arkadaşı” adlı öyküde, Levent ve Mehmet’in yaşadığı o açmaz. Aslında geçmiş kadar şimdiki zamana da getirilen ilişkilerin nerede, ne şekilde koptuğunu göstermesi anlamında önem taşıyor. Peki tam da burada sormak isterim: Ramazan Güngör için arkadaşlık neyi ifade ediyor bu öyküleri de düşünecek olursak? 

Ramazan Güngör: Arkadaşlık zamanla ve mekânla biçim değiştirebilen bir olgu. Bütün ilişkiler gibi belli bir iniş ve çıkışlılık içinde.  Siz dönüştüğünüzde arkadaşlığınız da dönüşüyor. Siz de zaman içinde, deneyimler elde ettikçe, o arkadaşlık ilişkinizde o deneyimler üzerinden yeniden bakıyorsunuz ve bu bazen büyük mesafeler oluşturuyor. Burada aslında Levent ve Mehmet bir çocukluğun iki yanı. Biri, sürekli sahip olmak isteyen, devam ettirmek isteyen ve arkadaşlığı hep oradan gören birisi. Levent edindiği deneyimler üzerinden arkadaşlığını yeniden gözden geçirmiş ve onun kılcal damarlarını görmüş, oradaki ilişki biçimlerini, kimsenin aslında o kadar çocuksu bir masumluk içermediğini fark etmiş durumda. Yani o arkadaşlıkla birlikte bir hayatı aşma çabasında aslında. Mehmet bu hayatın içinde tutunma ve kalma çabasında. O yüzden aralarında arkadaşlık söz konusu olduğunda böyle bir uçurum oluşuyor. 

 Müge İplikçi: Ve dayanamayıp giden Mehmet oluyor çok ilginç bir şekilde. Orada çok şaşırtıcı bir son oldu. Öbür taraf gidecek diye beklerken, yaşama ve şimdiki zamana tutunmuş olan Levent kaldı ve Mehmet kızarak ve bir daha gelmemek üzere gitti galiba değil mi? 

 Ramazan Güngör: Aynen öyle, evet. Levent aslında gitmişti. Yani onun en baştan beri sürekli gitme isteği zaten gitmiş olduğunun resmi. Mehmet onu o yaşamın içinde, o ilişkinin içinde tutmaya çabalıyor ama Mehmet dostluğun derinlemesine anlamını kavramış biri de değil öbür taraftan. 

Müge İplikçi: Zaten gitmişti cümlesi her şeyi açıkladı. Çok güzel açıkladı. Bu da bana nereye sıçramam gerektiğini hatırlattı biliyor musunuz? “Kareye Dördüncü” adlı öyküye. Çünkü o öyküde başka bir gidiş var. Yıldıray’ın gidişi beni çok hüzünlendirdi, onu söyleyeyim. Bazen de istemeye istemeye gideriz bu arkadaşlıklardan şeklinde bir düşünceye kapıldım. O arkadaşlığın biraz daha pergelini açıp bunu da biz sizinle konuşabilir miyiz acaba?

 Ramazan Güngör: Yıldıray’ın durumu birazcık farklı tabii. Açıkçası Yıldıray’ın öyküsünü yazarken içim parçalanarak yazdım. Çünkü Yıldıray aslında hiç var olamamış bir isim, ne o arkadaşlık içinde ne o sosyal çevrelerin içinde var olamamış. Aslında sürekli var olmak için büyük çaba sarf eden, bu ilişkileri bunun etrafında örmeye çalışan, çocukluğunu çok erken yaşta kaybetmiş bir çocuk. Ve aslında onu var olmaya en yaklaştıran şey aşk ve orada var olduğunda ötekilerle arasındaki ilişkiyi de yeniden gözden geçiren ve yeniden tanımlayan bir duruma geliyor. Çünkü aşk, aşk güçlü bir şey. Aşk sadece iki insan arasındaki durum değil. Aşk dünyaya yeniden bakış kazandıran bir düşünme ve hissetme biçimi. Orada var olduğunda onun var olmasına direnen yine arkadaşları ve onun varoluşuna asla tahammül edemeyen bir baba. Bu anlamda var olamamış bir insan. 

Müge İplikçi: Ya gerçekten paramparça bıraktı beni okur olarak. Onu söyleyebilirim. Bir diğer yerde de hani aşk dedik de Cihan’ın öyküsüyle buluştuğumuz o mecrada Almanya’dayız ve bambaşka bir ortamın içerisine çekiyorsunuz bizi, kimlik sorununa. Aşkın yetmediği durumlara kısacası. Şimdi altı yıldır Almanya’da yaşayan biri olarak soruyorum bu kimlik sorununu kişisel olarak aşabildiniz mi? Ve Cihan’dan ayrıldığınız bir nokta var mıdır? 

 Ramazan Güngör: Öncelikle Cihan ben değilim. Yani öykülerin hiçbiri, hepsinde evet böyle unsurlar var ama hepsi büyük oranda kurgu öyküler. Cihan da kurgu bir karakter. Aslında buradaki yabancı olma hali Cihan. Ama bu yabancıların mesela Almanya’da bir Fransızın, İngilizin yabancı olma haliyle Ortadoğulu birinin yabancı olma hali kesinlikle aynı değildir. Çünkü aynı yabancı olarak görünmezler buradaki insanlar tarafından. Bu anlamda kültürler ve milliyetler hiyerarşisinin içinde hissedersiniz kendinizi. Ve hele Almanca bilmiyorsanız kendinizi ifade olanaklarınız da hemen hemen hiç yoktur. Bir de yazan biriyseniz yani sözcükleri bu kadar seven biriyseniz. Çok zorlu bir şey. Ama Cihan burada doğup büyümüş birisi. Aslında Cihan ne Almanyalıdır ne Türkiyelidir. Cihan bir durumdur aslında. Askıda olma durumu. Almanya’da bir Ortadoğulu yabancı olma durumudur Cihan. 

 Müge İplikçi: Ramazan Bey şuradaki satırları paylaşabilir miyim “Oysa bu ülkede her şey bildikti” diyor Cihan, Almanya için. “Ara sıra karşılaştığım o ırkçılık bile Türkiye’de, metroda, plajda, kahvelerde karşılaştığım insanların tutumlarından daha tanıdık geliyordu bana. Bir yere misafirliğe veya çaya gittiğimizde on beşinci bardağı içme ısrarından daha bildik bir histi mesela.” Dediklerinizin de özeti burada kendini gösteriyor. Bu anlamda linç sorununu tartışması anlamında çok ilginç bir öykü. Ne dersiniz? 

Ramazan Güngör: Ondan önce Cihan’la ilgili şunu eklememe izin verin lütfen. Cihan aslında kendini başkasının gözünde görür. Başkasındaki yansımasını görür Cihan, kurgusu biraz buna dayanır. Burada iki tane şey iç içe geçiyor. Başkasının bakışının aslında sizin kendinize bakışınızı nasıl şekillendirdiği meselesi son derece hassas bir mesele. Cihan’ın kendini başkasının gözünde gördüğünde içine düştüğü duygusal durumun öyküsü diyelim.  

Ötekisi ise, o birazcık daha farklı bir karakter. O bütünüyle aslında olduğu yere ait olma çabası içinde olan bir karakter. Yani o daha barışık olduğu yerle ve anlatıcı karakteri de onun içine doğru çekmeye çalışıyor ama anlatıcı karakter aslında onun varoluş halinde biraz dehşete düşmüş. Yani buradaki dehşete düşmesinin sebebi bir entegre olma durumu değil. Bu istenen bir durumdur. Yaşadığımız toplumun içine bir parça olarak uyum sağlayabilmek. Oradaki durum o yabancılık halinin kendinin öz bilgisiyle çatıştığı durumdur. Yani orada oraya uyum sağlarken, siz yanınızda getirdiklerinizle uyum sağlamaya çalışırsanız sağlıklı bir süreç oluşur. Çünkü kültürel olarak da hani etkileşimli bir şeydir bu. Ancak siz olmadığınız bir şeye dönüşerek onun içinde var olmaya çalıştığınızda açıkçası bu biraz sizi gülünçleştiriyor. O anlamda birbirinden farklı iki karakter diye düşünüyorum. 

 Müge İplikçi: Bundan şöyle okuyabilir miyiz, yabancı olmanın da kendi içinde kategorileri var. 

 Ramazan Güngör: Kesinlikle var. 

 Müge İplikçi: Peki gelin bu tarafa, kadınlar… Kitaptaki kadınların da yaşadığı yabancılaşma ayrı ayrı. “Gökçukuru”nda bunun örnekleri var. “Otobüsü Kaçırınca” öyküsüne gelmek  isterim, oradaki ikili ilişkide bize neyi söylüyorsunuz?

Ramazan Güngör: Biraz kasvetli bir kış mevsiminde insanı ısıtan tek olgu olarak aşkın varoluşu. Açıkçası yaşam ve kadın bence neredeyse eş anlamlı şeyler. İnsana ruhen hayat veren bir şey olduğunu düşünüyorum. İşte öykülerde şöyle bir durum var ve dünyada da bence insanlarda da böyle bir durum var. Erkekler, kadınlara daha çok kendi eksiklikleri üzerinden bakıyorlar. Ve kadınları o eksikleri tamamlayacak bir unsur olarak görme eğilimindeler. Mesela kısa boylu erkekler nedense çok uzun kadın sever mesela. Yani bunun fiziksel sebebi burada düşüncem zaten duygusal anlamda da böyledir. Yani ezilmiş bir karakter bir kadın karşısında ezen bir karaktere dönüşebiliyor. Çünkü eksikliğini yaşadığı durumu ya da işte güç ilişkilerinde sömürülmüş birisi hemen sömüren tarafa geçebiliyor kadınla ilişkisinde. Bu anlamda erkeklerin bu konuda çok daha uyanık olması gerektiğini düşünüyorum. Hepimiz tabii ki ilişkilerde eksik yanlarımızı tamamlamak isteriz. Bu doğal eğilimimizdir ama karşımızdaki insana buradan bakmak o ilişkinin sağlığı açısından çok tehlikeli. O anlamda “Otobüsü Kaçırınca öyküsündeki kadın kentli bir kadındır ve güçlü bir kadındır. O aradaki ilişkide herhangi bir eşitsizlik yoktur. O çünkü aşk var diyordu. Aşk en azından çok uzun bir süre eşitsizlikleri yok edebilir, silebilir. 

 Müge İplikçi: Formülünüz bu yani, aşk varsa biraz denge sağlanabilir diyorsunuz. 

 Ramazan Güngör: Aşkın dışında da… Ben toplumsal cinsiyet tanımlarını reddeden birisiyim. Yani kadın ve erkek rollerine bağlı birisi değilim. O anlamda eşitlik, mutlak anlamda hep olmalı ama aşk büyük bir eşitleyicidir. Her insan için büyük bir eşitleyicidir ve çok bilinçli olmasına da gerek yoktur duygu açısından. En azından iş yükleri herkesin.

 Müge İplikçi: Biz alacağımızı aldık. Bu cümleler zaten, bu buluşmanın pırıltılı cümleleri olarak baş tacı edeceğimiz yerde duruyorlar. “Gökçukuru” öykünüze gelmek istiyorum. Aslında kitabın bir sürü öyküsünü kendi içinde barındıran bir yansımaya da sahip. Ben okurken hakikaten çok severek okudum oradaki satırları. Bizi Argan’a götürüyorsunuz. Orada bir anne figürüyle buluşturuyorsunuz ve anne figürü çok ilginç bir kadın olarak karşımızda duruyor. Anlatmanızı isteyeceğim sizden. 

 Ramazan Güngör: Azıcık arka plan vereyim bununla ilgili. Ben bu öykünün giriş kısmını yazmıştım ve sonra aylarca varlığını unutmuştum. Hatta “Eldiven” de böyledir, onun varlığını tamamen unutmuştum. Yani başlamıştım, böyle birkaç yarım şey var. Neyse “Gökçukuru” aslında çok derinden hissettiğim bir olgunun hikâyesi. Yani işte az önce toplumsal cinsiyet rollerinden söz ettik. Kadının o ücrada, uzakta, taşrada var olamama hali. Çünkü önce kendi evinde görmezden gelinen, büyüdüğü evde görmezden gelinen ve sadece işgücü anlamında bir değer taşıyan sonra evlendiği yerde yine işgücüne dönüşen ve bunun dışında çok değer atfedilmeyen ve hatta doğurup büyüttüğü çocuklar tarafından bile gözden kaçırılan, gözden kaybolan bir kadın var orada. İşte bu kadının anne neresinde dediniz ya, kadın burada. Bu unutulmuş kadında. Burada annemden çok izler var…

Müge İplikçi: Çok içeriden olduğu belli. Otobiyografik unsurlar hakikaten çok iyi hissediliyor. Tabii buradaki anneyi bambaşka bir edebiyat kurgusu içerisinde düşünerek okuduğunuzda da çok heyecan verici bir yerde buluyorsunuz kendinizi. O “Gökyüzünün mutfak penceresinden görünen kısmına Gökçukuru derdi annem diye başlayan bir cümle. Ondan sonrasını okumasanız da olur, hayal dünyanız işlemeye başlıyor. Peki şimdi “Gökçukuru” tamam ama burada iklimle, kentle kurulan bir bağ da var. Bunu da konuşmak istiyorum sizinle. O hakikaten ciddi bir eleştiriyi de yanı başında taşıyan bir öykü. Ve “Doğru yerdeydim ama orada yanlış şeyler olmuştu cümlesinde de var bu. Bu neden böyle oldu diye soracağım. 

Ramazan Güngör: Bizim aslında sağlıksız kentleşmemiz… Biz köylerden, taşradan insanları kentlere taşıdığımız zaman, o insanları bir kent olgusunun içine taşıyamadık kültürel olarak. Hatta şöyle bir şey oldu daha da ilginç gelen bana. Kentteki o gecekonduyu köye taşıdık. O kültürel yozlaşmayı köye, taşraya taşıdık. Bir ev nedir? Aslında bir bina, bir yapı, bir kültürün hafızasını taşıyan bir unsurdur. Bu şehirde de böyledir, kırsalda da böyledir. Almanya’ya baktığınızda her köyde gerçekten, yüzyılları aşmış yapılar görürsünüz ve burası iki dünya savaşı geçirmiş bir yer. Biz köylere gittiğimizde bana çok acıklı geliyor insanların o betona sevgisi. Çünkü çok inanılmaz,  yani insanların o evi bir biyografinin, bir geçmişin parçası olarak görmemeleri. En azından hissiyat düzeyinde bunu görmemeleri bana çok ilginç geliyor. Çünkü yok olan bir yapıda aslında sizin o yapının içinde binlerce küçük detayla geçmişinizi size getiren şeyler yok oluyor, sadece yapı değil. Biraz onun eleştirisi gibiydi yani o kent üzerinden çok konuşulan bir şey, kırsal üzerinden konuşulmayan bir şey,  kültürsüzleşme meselesi.

Müge İplikçi: İnsanlara da sirayet ediyor tabii. Kullandığınız bir cümle var, … bıraktığım gibi kalmasını isteyen ben de o geçmişten neredeyse hiçbir iz taşımıyordum.” dedirtiyorsunuz. Bu da olayı çifte kavrulmuş yapıyor, doğruya doğru.

Ramazan Güngör: Öyle çünkü bunun arkasında iki tane şey var. O geçmişi bir travma olarak hatırlamak. O karakter oradaki geçmişle iyi ilişki kurmuyor. O yüzden onu yaşamı boyunca silmeye çalışmış bir karakter var karşımızda. Öbür taraftan da zaten ötekilerini silmek için elinden geleni yapıyor. Onun çocukluğunun mekânlarını yok ederek… Şunu söylemek istiyorum, insanın eşyayla bağlantısı, maddi değer ile bağlantısı, çok varoluşsal. O yüzden kültürün, bir yaşam zenginleştirici ve oluşturucu bir unsur olarak korunması çok değerli bir olgu diye düşünüyorum. 

Müge İplikçi: Bu noktada kitapta yaşlılıkla ilgili tek öykü olan “Kleinman’ın Evi“ne gelmek istiyorum Orada da bize bir yaşlılık öyküsü aktarıyorsunuz. Üstelik kırsalda olan bir evin içerisinden geçen bir öykü. Bu noktada ben, öyküyü okurken “Ya acaba bütün öykülerin eşliğinde bu öyküyü tersten mi okuyoruz acaba?” diye düşündüm. Edebiyat aklıyla diyelim. Sormak istiyorum şimdi Ramazan Güngör’e; burada ters olup da doğru olan ne var ya da tam tersi?

Ramazan Güngör: Ters olup da doğru olan… Kırsalda küçük ve gelenekçi toplumlarda yaşlı olmak o kadar da zor olmayabilir. Çünkü bu geleneksel ilişkiler yaşlıyı daha kucaklayıcı olabilir. Kırsal gençleri bunaltırken, bir yere hapsederken yaşlılara daha iyi davranır diye düşünüyorum. Özellikle fazla kapitalistleşmiş ülkelerde bu böyle değil çünkü orada kurumlar var. Her şey kurumlar üzerinden yapılıyor. Yaşlı iseniz yaşlı bakımı var, yaşlılar evi var ama ne yok, insanlar yok, insanlarla ilişkilerimiz yok. “Kleinman’ın Evi“ öyküsündeki adamın yıllarca orda biriktirdiği çöpün bile fark edilmemesi, o kadar yok olmak o toplumda çok incitici bir şey. Dediniz ya tersin içindeki doğru, doğrunun içindeki ters birbirine girmiş durumda. Yanlışlamak mümkün değil her ikisini de. Kurum evet var, soğukluğu da var, onun insansızlığı da var. Öbür tarafta insan var, onun sırtını dayayamayacağı kurumların olmayışı da var. Bu anlamda da her iki tarafa tersten bakmak mümkün.

Müge İplikçi: Şöyle söyleyeyim, mesela “Düğünden Dönerken”le birlikte okuduğunuzda gerçekten çok enteresan bir viraj alıyorsunuz. Dediğim gibi bunun neresi doğru neresi değil şeklinde bir açmaza düştüm. Bu da çok heyecan vericiydi, teşekkür ediyorum.

Ramazan Güngör: Ben teşekkür ediyorum.

Müge İplikçi: Şimdi sonuna doğru geliyoruz keyifli söyleşinin. Şunu dinlemek isterim Ramazan Güngör’den, yaşadığımız zaman dilimi içerisinde tüm bunları irdelemiş, insan ilişkilerini irdelemiş, kimlik sorununu irdelemiş, çok da önemli hususlar bunlar, dili irdelemiş bir yazarımız olarak yakın geleceğimizi nasıl görüyorsunuz?

Ramazan Güngör: İnsanlık olarak mı tüm Türkiye olarak mı?

Müge İplikçi: Almanya’da olduğunuz için, insanlık olarak sorayım.

Ramazan Güngör: Çokkültürlülük üzerinden bunu değerlendirmek isterim. Her dönemin böyle mit ama iyi anlamda mit olguları var. İşte özellikle 2000’li yılların mit kavramlarından birisi çokkültürlülüktü. Açıkçası buraya gelirken o anlamda daha fazla beklentim vardı. Çünkü çok fazla insan bir arada yaşıyor. Türkiye’de, İstanbul’da her milletten insan görürsünüz ama burada köylerde de görürsünüz. Ama maalesef herkes kendi kabuğu içinde yaşıyor yani gerçek anlamda çokkültürlülük var mı derseniz maalesef yok. Bunun tabii ki istisnaları var ama sonuçta istisnalar hayatın istisna olduğu kadarıyla etki uyandırır. Aslında çok kültürlülüğün birazcık hayal olduğunu gördüm ama buradan geriye gidiş söz konusu dahi olamaz çünkü geriye gidiş cehennemin kapılarını açar; biz bu miti yaşatmak durumundayız, yaşatmak zorundayız, ona katkıda bulunacak ve onu hayata daha fazla uyarlayacak durumunda olmamız gerekecek. Yoksa bu çokkültürcülüğün hayal olduğunu söylerken vazgeçilmesi gereken bir hayal değil. Mutlak eşitlik isteriz, onun gibi bir hayal. Olmaması, olmasını istemenin önünde bir engel değil. Çaba göstermek önünde bir engel değil demek istiyorum.

Müge İplikçi: Yani başa dönecek olursak aslında şu cümleyi tekrarlamış gibi oluyoruz “…doğru yerdeydim ama orada yanlış şeyler olmuş gibiydi.

Ramazan Güngör: Galiba yaşamak biraz böyle bir şey. Hepimizde yanlış yerde olmak hissi yaratıyor yaşamak.

Müge İplikçi: Hep birlikteyiz orada, en önemli paydamız o diyebilirim size. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum, bu güzel kitap için de. Zeytin Dalı’na verdiğiniz katkılar için de minnettarım. 

Ramazan Güngör: Ben de çok keyifle, zevkle ve onurla konuğunuz oldum. Teşekkür ederim.