Değerli Haluk Oral, merhaba. “Matematik profesörü”, “edebiyat arkeoloğu”, “imzalı kitap koleksiyoncusu”, “tavla hastası”… Peki, Haluk Oral kendini nasıl tanımlar acaba? Twitter hesabında da belirttiği gibi, “Bir iki kitap yazdı, bir iki tavla turnuvası kazandı”dan mı ibarettir hayatının özeti?
Açıkçası, ben kendimi tanımlama ihtiyacını hiç duymadım çünkü hemen hemen her şey Google’da var artık. Bu yüzden kim olduğum zaten oradan araştırılıyor. Sanırım otuz yıldır da kimseye kendimi tanıtmadım. “Ben kimim?” diye de sormuyorum kendime. Altmış beş yaşıma geldim artık. “Ben kimim?” diye hâlâ kendime sorarsam, biraz ayıp etmiş olurum yani, öyle değil mi?
Şimdiye kadar, soruları neredeyse tıpatıp aynı olan çoğu röportajı, farklı insanlarla yapmışsınız sanki. Hayır, benim size “Matematikten edebiyata geçişiniz nasıl oldu?” ya da “Neden imzalı kitap toplamaya başladınız?” gibi soruları bir kez daha sormak gibi bir niyetim yok ancak sizin, matematikle olan ilişkiniz konusunda merak ettiğim hususlar var tabii. İlki şu, örneğin: 2009’dan beri, 10 Türk Lirası üzerinde hepimizin her gün gördüğü fakat çok azımızın ismini bildiği, efsane matematikçi ve bilim insanı Cahit Arf ile TÜBİTAK’ta beraber çalıştınız. Cahit Arf, size ne hatırlatır ve bir meslektaşınız olarak kendisi, sizin hayatınıza ne katmıştır?
Cahit Hoca bir bilge idi, sadece bir matematikçi değildi yani. Kendisiyle hayat hakkında konuştuk, tarih hakkında konuştuk, insan ilişkileri hakkında konuştuk ve Cahit Hoca’yla konuşmak bana sakinlik kattı çünkü ne konuşursa konuşsun, her şeyi o kadar sakin sakin anlatırdı ki o… Ben bunu, Cahit Hoca’nın bazı şeyleri çok iyi bilmesinin neticesi olarak gördüm. Öyle büyük heyecan yapmadan, nasıl derler, heyecan gösterisi yapmadan, sakin sakin anlatırdı her şeyi. Sanırım bu huyumu da ondan kaptım.
Cahit Hoca’yla tanışmadan önce daha mı hızlı, daha mı coşkulu konuşurdunuz peki?
Konusuna göre tabii… Bazı konuları anlatırken yine heyecanlı anlatabilirim ama her konuyu değil. Yani Cahit Hoca çok bilgili bir insandı. Ondan epey şey öğrendim.
Boğaziçi Üniversitesi’nde oldukça sevilen, derslerinin çok zevkli geçtiği söylenilen, hatta aynı üniversitede Matematik Bölümü’nün başkanlığını da yapmış bir akademisyendiniz. O hâlde, şimdiki sorunun sorulacağı en doğru adres de sizsiniz: Matematik nasıl sevilir, hocam? Zira eski öğrencileriniz sizin için “Matematiği sevmeyene sevdirir,” diyor. Sabah dokuzdaki ders için sekizde sınıfa gelip oturan, sınıfta oturacak yer kalmadığında da bahçeden içeri bank taşıyan eski öğrencilerinizin yalancısıyım ben.
Valla ben matematiği sevdirmeye hiç uğraşmadım. Matematik zaten sevilmesi gereken bir şey, yani biraz anladığın zaman zaten sevdiğin bir şey. Ben kendim de matematiği sevmeye uğraşmadım. İlkokuldan beri matematiği hep sevdim. Anlamak için hangi çabayı gösterdiysem, öğrencilerime anlatırken de aynı çabayı gösterdim. Yani bir konuyu zor anladıysam ve anlamak için çok vakit harcadıysam, onu anlatırken de çok vakit harcadım. Örnek gerektiğinde ise haddinden fazla örnek verdim ama hiçbir zaman “Ben matematiği sevdiririm.” iddiasında olmadım. Matematik zaten sevilecek bir şey, siz yeter ki onu iyi tanıyın.
Öyleyse, millet olarak biz niye sevemiyoruz matematiği?
Hani Selvi Boylum Al Yazmalım’da bir laf vardır ya herkesin bildiği, “Sevgi neydi? Sevgi emekti.” Yeterince emek verdiniz mi matematiğe? Ya da ne kadar emek verdiniz matematiğe?
Hep korkutucu bir ders olarak görülür matematik.
Maalesef öyle… Bir fasit daire… Korkuyorsun, korktuğun için çalışmıyorsun, çalışmayınca anlamıyorsun, anlamayınca sevmiyorsun. İnsanlar için de aynı şey söz konusu değil midir? Anladığınız insanı daha çok seversiniz.
“Matematik bir sanattır,” diyorsunuz söyleşilerinizden birinde. Matematik hangi açıdan bir sanattır?
Şöyle: Matematiğin bir kısmı sanattır. Yani tamamının sanat olduğundan tam olarak emin değilim, sadece bir kısmı. Tam bir duvar işçiliği gibi. Düşünce kısmı, kol kuvvetiyle yapman gereken şeylerdir. Sanatın yaratıcılığını da ister ama matematiğin tek başına bir sanat olduğunu söyleyemem. Uzun bir konuşmanın içinde, matematiğin sanatsal yanı olduğunu da söyleyebilirim ama işin içinde ilham da var tabii. Matematikte hayal gücü de var, yaratıcılık da var. Yani maalesef ki, bu mesleğin içine girmeyen insanlar, bu kısımlarını göremeden matematikten kopuyorlar. Lisede okunduğu kadarıyla, matematiğin hiçbir şeyi öğrenilmemiş oluyor. Ne o sanat yanı görülüyor ne de felsefi tarafından haberdar olunuyor… Onun için öyle kalıyor ama matematik çok geniş bir şey. Matematiğe din gözüyle bakanlar bile var. Çok saçma tabii ki. Sanat yönüyle bakanlar da var. Sadece bir bilim olarak bakanlar da var. Mühim olan şu: Müziği düşünün, mesela: Beethoven’ın müziğe bakışıyla, örneğin, arabasında giderken müzik dinleyen birinin bakış açısı ne kadar farklıysa matematiğe de bu kadar farklı açılardan bakılabiliyor.
Ali Nesin ile olan dostluğunuzdan ve Matematik Köyü’ndeki çalışmalarınızdan da bahsedelim mi biraz?
Ali Nesin orada kendi derslerini veriyor, ben de kendi derslerimi. Ara sıra karşılıklı tavla da oynuyoruz. Matematik Köyü’nde Ali’nin insanüstü bir çabası oldu ve matematik öğrenimini hem zenginleştirmek hem yaygınlaştırmak hem de matematiğin kalitesini artırmak için bu köyü kurdu. Kurduğundan beri de her sene gidip orada bir iki hafta ders veriyorum.
Programı nasıl belirliyorsunuz? O sene orada ne öğreteceğinize, hangi dersleri vereceğinize beraber mi karar veriyorsunuz?
“Sen ne anlatmak istersin bu sene?” diye bana soruyor. Ben de “Bu sene liselilere anlatayım.” ya da “Üniversitelilere ders vereyim.” diyorum, mesela. Şimdi matematikçi olmayanlar için de programlar yapıyoruz. Yani matematiği hiç bilmeyen ama matematiğin ne gibi sorular sorduğunu öğrenmek isteyen meraklılara da ders veriyoruz.
Harika! Ayrıca felsefe dersleri de var orada, değil mi?
Felsefeciler de var, evet. Yani her dersi, o dersin kendi akademisyenleri veriyor.
Türkiye’nin en büyük imza koleksiyonunun sahibisiniz, doğru mu?
Öyle diyorlar, bilmiyorum. Yani gizli bir adam toplamıyorsa ve benden daha fazla toplamadıysa…
“İmza, hayatın birkaç saniyesini hapseder,” diyorsunuz ya söyleşilerinizde, sizce zamanı hapsetmek gerçekten mümkün müdür? Ya da bunun mümkün olduğuna ilk nasıl kanaat getirdiniz?
“Zamanı hapsetmek deyince herkesin anladığı şey başkadır. Benim söylediğim şey, bir kişinin imza attığı an… Mesela Tevfik Fikret, Namık Kemal’in oğluna bir kitap imzalıyor, küsmüşler, barışmak için bir kitap imzalıyor ya da Sabahattin Ali nişanlısına bir kitap imzalıyor veya Nâzım Hikmet çok yakın bir arkadaşına kitap imzalıyor… O anda onu yapıyor. Hayatının birkaç saniyesini o imzayı atarken kullandığı için, ben o insanın hayatının birkaç saniyesini alıyorum, depoluyorum ve sonra da, bahsettiğim o birkaç saniye içinde, o şair yahut yazar ne düşündü, ne düşünüyordu, onu anlamaya çalışıyorum. Benim için en enteresan olan kısmı o. “Zamanı hapsetmek” deyince fotoğrafları düşünün. Küçüklüğünüzde çekilmiş bir fotoğrafınıza bakıyorsunuz, örneğin ve “Aaa, ben sekiz yaşımdayım bu fotoğrafta. Vay be, yıllar nasıl da geçmiş!” diyorsunuz ama orada sekiz yaşınızdayken size ait olan zamanın bir kısmı hapsolmuş fakat benim burada demek istediğim, bu örnekten biraz farklı. Yani aynı fotoğraftan bin tane de olabilir. Bir sınıf fotoğrafı olabilir, mesela ve aynı sınıftaki otuz kişiye o fotoğraftan birer tane verilmiş olabilir. Kopyaları da olabilir ama benimkinin olmaz. Aynı adamın imzalı kitapları da olabilir, yirmi imza diyelim ancak hepsi başka başka anların korunmasıdır. Onun peşine gidilir. Tabii bu illa bir şairin veya yazarın imzası olmak zorunda değil, mesela Çanakkale Savaşı’nda Yarbay Mustafa Kemal’in yazdığı bir emir de olabilir, Çanakkale Savaşı ile ilgili başka şeyler de olabilir.
Bildiğim kadarıyla, yazı ve imza inceleyen uzman kişiye “grafolog” deniyor. Elinizdeki herhangi bir yazıyı veya imzayı, böyle bir uzmana göstermek istediniz mi hiç?
Niye isteyeyim? İhtiyaç da duymadım üstelik. Bundan sonra da yapmam sanırım. Grafoloji de ayrı bir bilim dalı, doğru, fal bakmak gibi bir şey değil yani. Bir kişinin yazı karakterine bakıp onun psikolojik durumuyla ilgili oldukça doğru tespitlerde bulunan uzmanlar var ama ben zaten o imzaların sahiplerini tanıyorum. Nâzım Hikmet, örneğin: Nâzım’ın kişisel özelliklerini anlamak için benim grafologlara filan ihtiyacım yok. O kadar kitap okumuşum adam hakkında ama polisiye durumlarda bu bilimden yararlanılıyor tabii. Yazılar ve imzalar, karakter tahlili ya da aidiyet tespiti için inceleniyor. Bende yok öyle bir ihtiyaç.
Belge biriktirmek gerçekten de tarihe dokunmak gibi bir his, evet ama insan neden tarihe dokunmak ister, Haluk Bey? Ölümlü olduğunu, bir anlığına da olsa unutmak için mi?
Ben ölümlü olduğumu unutma gereksinimi hiç duymadım bir kere ama şunu söylediğimi hatırlıyorum: Bizim “hayat” dediğimiz şey, aslında hatırladıklarımız değil mi? Ben 1957’de doğmuşum. İlk üç dört seneyi hatırlayamadığımı düşünün. Altmış senelik bir anı bankam var demektir ama tarih okuduğunuz zaman, mesela 1920’lerin bir gazetesini okuyorsunuz, “Bugün şu oldu,” diyor gazete. Adam 1920’nin bir olayını “Bugün şu oldu, şöyle oldu,” diye anlatıyor. E, dolayısıyla siz yüz sene evvelki bir olayı, o gün yaşayan birinin gözleriyle okuyorsunuz. Yani anılarınız doğumunuzun öncesine uzanıyor, sizin ömrünüz de uzuyor. Ömrünüz, zamanın gerisine doğru uzuyor yani. Anılarınız arttıkça altmış beş yaş yerine seksen beş yahut yüz on beş yaşında oluyorsunuz. Tarih kitaplarından İstanbul’un Fethi’ni, örneğin, yüzeysel şekilde okumak olmasın yeter ki. İstanbul’un Fethi’ni okuyunca 1453 yılına gitmiyorsunuz ama o tarihte yazılmış bir günlük okursanız işte o zaman tarihe dokunuyorsunuz. Bu hoşuma gidiyor.
Orhan Veli’yi on beş yıl araştırdıktan sonra yazdığınız Bir Roman Kahramanı Orhan Veli ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alacağınızı tahmin etmiş miydiniz? Böylesine saygın bir edebiyat ödülüne layık görülmek nasıl bir histi?
Valla hiç tahmin etmedim o ödülü alacağımı. Başvuruyu da ben yapmadım zaten, Yapı Kredi Yayınları yapmış. Ben ödülü aldığımı daha sonra öğrendim. Korkunç şaşırdım tabii ve çok sevindim. Gerçekten çok sevindim. Sevincimin en büyük sebebi, edebiyat eğitimi almamış biri olarak, yani bambaşka bir disiplinden gelen biri olarak, yazdıklarımın genel kabul gördüğünü hissetmemdi orada ve bu hoşuma gitti tabii.
Sedat Simavi Ödülleri -hafızam beni yanıltmıyorsa- 1977’den beri veriliyor. Bu röportaja hazırlanırken araştırmıştım. Ödül listesinde muazzam isimler var ve o isimlerin arasında yer almak gerçekten müthiş!
Laf aramızda, son Sedat Simavi ödülünü kim aldı?
Orhan Pamuk, doğru mu?
Doğru.
Beşir Ayvazoğlu da ödül alanlardan biriydi, değil mi? Onun adını da listede görmüştüm.
Evet, Tevfik Fikret’i yazdığı kitapla aldı ödülü.
Biraz da Nâzım Hikmet ile devam edelim şimdi. Nâzım Hikmet’in Yolculuğu’nu yazarken şairle ilgili sizi çok şaşırtan bir şey oldu mu? Yani çok farklı ve bilinmeyen bir gerçeğe denk geldiniz mi?
Tabii ki çok fazla bilinmeyen şeye denk geldim. Benim kitaplarımda bilinen şeyler de var elbet ancak bilinen şeyler, bilinmeyen şeyler arasındaki köprüyü korumak için var. Benim çok etkilendiğim ve birkaç kere de anlattığım hikâye, Nâzım Hikmet’in büyük dedesi Müşir Mehmet Ali’ye ait. Demin bahsettiğiniz Nâzım Hikmet kitabımın ilk bölümüne bakarsanız bu adam 1878 yılında bir şiir yazıyor ve o şiirde servilerle çevrili bir mezarda yatarken sevgilisinin ölümüyle hissedeceklerinden bahsediyor. Nâzım Hikmet’in ilk şiiri de 1918’de yayımlanıyor. Düşünün, sadece o şiirin adı yeter: Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar Mı? Nâzım Hikmet’in, öbür şiiri görmüş olmasına imkân yok. Zaten Nâzım Hikmet, 1918 yılında on altı yaşında. Adamın yazdığı şiirde “Ben servilerle çevrili bir mezarlıkta yatarken sen de öleceksin. Senin mezarından bir rüzgâr, senin toprağından bir parça getirecek ve ben tekrar dirileceğim,” diyor. Şiirin adı Eriha’nın Gülü. Bu, çöllerde yaşayan bir bitki ve on yıl, yirmi yıl kupkuru duruyor. Üstüne bir yağmur damlası düşünce canlanıyor. Sonra tekrar kuruyor ve on yirmi yıl öyle kalıyor. Yani o adam, yeniden dirilişini, sevgilisinin ölümüyle onun mezarından gelecek toprağa bağlıyor. Bir yeniden dirilişten bahsediyor. Kırk yıl sonra, tam kırk yıl sonra torununun çocuğu bir şiir yazıyor ve kendisinin ilk kez yayımlanan bu şiirinin adı, Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar Mı? oluyor. İnanılmaz bir şey!
Tüyleri diken diken eden, açıklanamaz bir olay bu, evet!
Bu gülün fotoğrafı, kitabımda da var. Suya koyunca altı saat sonra açılıyor.
Yine bir başka söyleşide “İmza, kitap içinde bir başka kitap gibidir,” demişsiniz. Çok isteyip de kitabını yazamadığınız, hikâyesine ulaşamadığınız bir imza oldu mu?
Ömer Seyfettin’in imzasını bulamadım ama geçenlerde bir müzayedede 100,000 liradan fazla bir fiyata satıldığı için artık aramıyorum onu. Hikâyesini yazamadığım, yani yazmak isteyip de yazamadığım bir insan yok ancak sıraya koyduğum insanlar var. Ömrüm yettiği müddetçe yazacağım kadar malzeme var elimde. Tanıdığım, bildiğim hemen hemen bütün şair ve yazarlar ilgi alanıma giriyor. Yahya Kemal hakkında bir kitap yazmak isterdim ama Beşir Ayvazoğlu zaten o kadar güzel kitaplar yazdı ki, Yahya Kemal hakkında ben ancak bir ya da iki makale yazacağım.
Çanakkale Savaşı’na dair kitaplar da yazdınız ve bu alanda uzman kabul ediliyorsunuz. Çanakkale Savaşı’na dair ulaşamadığınız bir belge var mı peki? Ayrıca, Avustralya’dan devlet nişanı da almış bir Türk yazar olarak, Avustralya’ya gittiğinizde oradaki belgeleri inceleme şansınız oldu mu? Bizden geriye ne kalmış o uzak kıtada?
Avustralyalıların yaptığı, bizim yapamadığımız çok güzel bir şey var: Onlar, müzedeki bütün belgeleri internete yüklemişler zaten. Oradan okuyabiliyorsunuz her şeyi. Çanakkale üzerine yazılmış birçok kitap ve bu kitapların hepsinin PDF’leri var. Böylelikle bütün Avustralya kaynaklarına ulaşabiliyorsunuz. Çok nadir birkaç belgeyi henüz açmadılar ama ihtiyaç duyduğunuz takdirde, onlara da yerinde ulaşıp not alabiliyorsunuz. Dolayısıyla, Avustralya’ya gitmeye hiç gerek kalmadan da, oradaki kaynaklardan faydalandım ben. Bir de şunu belirtmek isterim ki, “çok isteyip de ulaşamadığınız belge” diye bir şey olmaz çünkü ya o belgeden haberiniz yoktur, pat diye karşınıza çıkar ve daha sonra kullanırsınız ya da belge sizin elinizdedir. Bu yüzden, bir polis soruşturması söz konusu değilse şayet, “Şunun belgesini arıyorum,” diye bir cümle geçerli değildir.
Peki ya başka bir kaynakta öyle bir belgenin ismi geçtiyse ve ona erişemediyseniz?
Öyle bir ihtiyaç da olmadı çünkü başka bir kaynakta geçiyorsa o kaynağı kaynak olarak gösterebilirsiniz. Mühim olan, o kitabı ya da makaleyi yazanın iyi niyetli biri olduğundan emin olmak.
Avustralya’da aldığınız nişan hakkında da konuşalım. Hangi paye ile bu nişan size verildi?
Benim Çanakkale kitabım oldukça tarafsız bir kitap. Yani kitabın bazı bölümlerinin kahramanları Türk subayları iken, bazı bölümlerinin kahramanları da Avustralyalılar idi. İngilizce de basıldı. 2007’de İş Bankası Yayınları, kitabı hem İngilizce hem de Türkçe hâliyle bastı ve yurt dışında da pek çok yere ulaştırdı. Türkiye’de böyle bir kitap, sanırım bu şekilde ilk defa yayımlanmış oldu. Eser, Avustralyalıların da hoşuna gitti. Zamanın Avustralya Büyükelçisi geldi, beni ziyaret etti, onunla da konuştuk ve bu ödülü almam için beni kendisi aday gösterdi. 2015’te de, dönemin Avustralya Başbakanı Türkiye’ye geldiğinde ödülü bana verdi.
Alman Besteci Hans Eisler’in çok sevdiğim bir sözü vardır. “Sadece müzikten anlayan, müzikten hiçbir şey anlamaz,” der kendisi. Sizin farklı alanlarda başarılı olmanızı, ben biraz da buna bağlıyorum. Ne dersiniz?
Eisler çok doğru söylemiş. Şöyle yorumluyorum ben bunu: Bütün hayatınızı tek bir konuya adadığınız zaman ve başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsanız eğer, o tek konu at gözlüğü hâline gelebilir. Yani şöyle düşünün: Türkçenin ya da ana diliniz her neyse onun, o kadar iyi olması lazım ki, ne demek istediğinizi diğer insanlara anlatabilesiniz. “Ben çok iyi bir matematikçiyim ama Türkçem bozuk.” E, kendinizi doğru dürüst ifade edemeyince bu ne işe yarar ki? Anlatabiliyor muyum? Kendinizi çok iyi ifade edebilmeniz lazım. Tanıdığım ve ilginç bulduğum hemen hemen bütün insanlarda aynı şeyi gördüm ben: Kendi uzmanlık alanlarının dışındaki bazı konularda da gayet iyiler ama hiçbir uzmanlık alanınız olmadan, öyle her konuda ahkâm keserseniz o da hiçbir işe yaramaz. O malumatfuruşluk olur. Mutlaka bir şeyin uzmanı olacaksınız. Dolayısıyla bir alanın uzmanı olduğumu bana söylediklerinde biraz geri çekiliyorum. Ben matematiğin uzmanıyım, öbürlerinin hepsi hobi olarak başladı çünkü. Peki nasıl bu hâle geldi? Çünkü bu kadar yıl geçti ve bu kadar yıl geçtikten sonra da hangi konuyla ilgilenirseniz onun hakkında mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz.
İyi ki açıklık getirdik bu konuya çünkü eski söyleşilerinizde, sanki edebiyat ve matematik birbirinden çok farklı iki disiplinmiş de, her ikisi üzerinde derin bir birikime sahip olmanıza olağanüstü bir durummuş gibi yaklaşılmış. O yüzden özellikle sordum bunu.
Çok da farklı alanlar değil bunlar, insan beyninin yarattığı güzellikler işte…
Mademki yeri geldi, şunu da sormadan geçmeyeyim: Matematiği iyi bilmenizin, edebiyata katkısı oldu mu peki? Edebiyatın da kendine özgü bir matematiği vardır çünkü, öyle değil mi?
Benim yaptığım, edebiyat değil büyük bir ihtimalle ama ben hep şöyle diyorum: “Matematik, çalışmanın metodudur.” Matematik çalışmanın metodolojisini bilmek, bana araştırma yapmayı öğretti. Yani daha iyi bir araştırmacı olduğumu düşünüyorum matematik sayesinde çünkü dünya üzerinde araştırma yapılacak en zor alanlardan biri bence matematiktir. Matematikte araştırma yapabilen, her konuda araştırma yapabilir. Ortaya doğru dürüst bir şey çıkar veya çıkmaz, o ayrı ama yapabilir. Nereden başlayacağını bilir, nereye gideceğini bilir. Onun için matematik çalışmak önemlidir. Sebep – sonuç ilişkisini en çok matematikte öğrenirsiniz. Bu durum da, edebiyatta şöyle işinize yarar: “Anlatmak istediğimi şu şekilde yazarsam bana nasıl sorular sorulabilir?” diye düşünüp metni yazarken o soruların cevaplarını da doğru yere yerleştirirsiniz. Ayrıca matematik, sabrı da öğretir insana çünkü bir problem üzerinde altı ay kafa yorarsınız, bazen sekiz ay, hatta bir sene. Uğraşıp durursunuz ama hiçbir şey çıkmaz ortaya ve sabretmeyi öğrenirsiniz ister istemez. Sabır, sabır, sabır… Sabır olmadan hiçbir şey olmaz zaten.
Haluk Bey, Orhan Veli’yi on beş yıl boyunca araştırmışsınız. “Sabır” kelimesinin anlamını çok iyi bildiğiniz kuşku götürmez bir gerçek bence!
Zevk alıyorsanız eğer, on beş yıl nedir ki? Ama şunu da belirteyim, o arada başka bir şey yapmıyor da değilsiniz. Yani Orhan Veli örneği üzerinden gideyim gene, mademki onunla başladık: Aklınızın bir köşesinde, asansör müziği gibi çalar Orhan Veli. Hani asansöre binersiniz ve orada çalan müziği duyduğunuzun hem farkında değilsinizdir hem de kafanızın içindedir ya aynı müzik, öyle bir şey işte…
Bir kitabı yazdınız. Bitti. Son noktayı koyacaksınız ama o son noktanın nerede olacağına nasıl karar veriyorsunuz? “Tamam, bitti. Söyleyecek daha fazla bir şeyim yok benim,” dediğiniz yer yani?
Yok, o nokta hiç yok bende! Esasen bana bıraksalar, hiçbir kitabımı bitirmem ben. “İkinci ciltte genişletirsin,” falan diyorlar ama kitap hiç bitmiyor ki; sonra bir şeyler daha çıkıyor. Zaten o son noktaya geldiğini söyleyen kişi, bir daha hiç araştırma yapmasın.
Şunu merak ediyorum bir de: Günde ortalama kaç saat çalışırsınız? Belli bir disiplininiz ya da rutininiz var mı bu konuda? Örneğin, şöyle der ya bazı yazarlar: “Sabah kalkarım. Alırım kahvemi. Otururum masama ve günde şu kadar saat çalışır, şu kadar sayfa yazı yazarım.” Peki siz ne yaparsınız? Sadece canınızın istediği zaman mı çalışırsınız?
Tamamen canımın istediği zaman, evet! Fakat bir saat çalıştığım da olmuştur benim, on sekiz saat de, özellikle de doktora tezimi yazarken. Kendi yaptığımın doğru olduğunu iddia etmiyorum ama ben. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ya, benim yoğurt yiyişim de böyle işte. Geçimimi kitap yazmaktan da temin etmiyorum. Kimseye karşı bir sorumluluğum da yok. Her hafta yetiştirmem gereken bir köşe yazım da yok. Paşa gönlüm nasıl isterse yani… Bugün oturdum masaya, çalışacağım diyelim, pat diye bir arkadaşım arıyor, “Hadi, Haluk, gel de sohbet edelim,” diyor. Kabul ediyorum ve kalkıp gidiyorum.
Yazılarınızda kurgu hiç yok, değil mi? Kurgu yazmayı sevmediğinizden mi kaynaklanıyor bu durum yoksa kendinizi kurguda başarılı hissetmediğinizden mi?
Yooo, böyle geldi böyle gidiyor işte. Bir de elimde o kadar çok veri, o kadar çok belge var ki, belki de o yüzden. Söylediğimi ispat etmeyi seviyorum ben.
Matematikçi olmanız… Cevap burada saklı bence.
Mümkün… Söylediğimi ispat etmeyi seviyorum sadece. Kurgu yaparken mümkün değil ama bu. Tamam, romanda ispat aranmaz zaten ama o zaman da ben o romanı okuyup geçerim. Mesleki deformasyon işte… Dediğiniz gibi, matematikçi olmak buraya da yansıyor. Zaten o kadar şahane kurgu yapan insanlar var ki dünyada…
Gene sizin tabirinizle, “Zamanın içinde gezinebiliyorsan yaşın önemi kalmaz.” Ne güzel demişsiniz… Öyleyse ben de, dergim Mikroscope adına, zamanın içinde gezinebildiğiniz nice anlar diliyorum size, Haluk Bey ve bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
Rica ederim, Çiğdem Hanım. Büyük bir keyifti benim için de.