BiSaniye Pastanesi | Mikroscope

1979 yılında Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra farklı şehirlerde Türkçe öğretmeni olarak görev yaptı. Şu an çalıştığı MEB ÖBA platformunda öğretmenlere yönelik kurmaca metin yazarlığı eğitimi hazırladı. Türkçe ders kitabı yazdı. Murat Gülsoy’dan Yaratıcı Yazarlık Eğitimi ve Atölye çalışmaları aldı. Ankara Valiliği Bilge Yazarlar Projesi kapsamında eğitici eğitimi aldı. Öyküleri İshak Edebiyat, Litera Edebiyat, Daima Edebiyat gibi e-dergi ve sayfalarda yayımlandı.

Geri sayım başladı. Ofisten dışarı attığım bedenim, kuyruğu dik tutmaya çalışsa da bir un çuvalından farksız. Bir saat. Binlerce insanın doğmasına, binlercesinin ölmesine yetecek kadar uzun bir süre. Bir yere varamayacak kadar, bir sohbete yetmeyecek kadar kısa. Bir an evvel bitse yahut hiç bitmese dediğim bir saat… Bir saniye kadar hızlı mı geçer yoksa bir asra bedel mi bu bir saat.

Durumumu değerlendireceklermiş. Sözleşmemin feshi gerekebilirmiş. Karar verilecekmiş. Yaptığım hatanın affı pek de mümkün değilmiş. Ah be, ne ayarsızsın. Bir öğrenemedin kuralların esneyecek bir tarafı olmadığını. Bir bilemedin herkesle uygun adım ilerlemen gerektiğini. Elden ayrı düşme diyen babaannemi dinlemediğim bu kaçıncı vukuat.

Ofise yakın pastaneye gitmeli. Her an ararlarsa derhal ofise yetişmeli. Başım dönüyor usuldan. Eşyalarımı toplamak için bir koli arıyor gözlerim. Kuruyemişçinin önündeki kolilerden birini alıyorum. Giderken beni gülümseten detay pastanenin adında gizli: BiSaniye Pastanesi. İlk duyduğumda ilginç gelmişti de sormuştum ofistekilere. Adamın karısının adıymış Saniye. Azıcık ilgi çekici olsun diye de BiSaniye olsun demiş dövmeci oğul. Gülümsemiyorum, gülümsemeye çalışıyorum. Başım dönmeye devam ediyor.

Kaldırımdaki kedi yavaşlıyor, motorun tekerlekleri, kadının boynundaki kırmızı fular, sokaktaki adımlar yavaşlıyor. Yıllardır olmuyordu, kahretsin. Ateşimi kontrol eden elim bir süre alnımda kalıyor öylece. Saniyeler saate bedel artık ve kim bilir bu durum ne kadar sürecek.

Ağır adımlar öyle yoruyor ki beni. Bir an evvel varmak istesem de saatler sürüyor pastaneye ulaşmam. Yerleşiyorum bir masaya. Sandalyeyi çekip otururken garsonun yavaş yavaş açılıp kapanan ağzı bir şeyler söylüyor. Anlamasam da tahminime dayanarak “Bi çay lütfen.” diyorum. Sandalye altımda eğreti. Ellerim bana yabancı, nereye koysam bilemiyorum. Karton koliyi yerleştiriyorum ayağımın dibine. Haydi, bakalım diyorum uzun uzun. Garson göz ucuyla bakarken Yeşilçam jönlerinin o ağır tavrını hiç aratmıyor. Hiç öyle bakma genç. Ben bugün biraz değişiğim, diyesim geliyor. Diğer masadaki kadın, garsona ağır ağdalı bir uzun havayı andıran zılgıtı basıyor. “Servisiniz ne kadar geç. Neden bu kadar yavaşsınız?”

Çocukluğumda bademciklerim şişip de yatak döşek yattığım günlerde hayaller görürdüm. Her şey, herkes öyle yavaşlardı ki… Annem klasik müzik eşliğinde cam silerdi ağır çekimde. Burnumun ucunda uçan sineğin şeffaf kanatlarını usul usul çırptığını görürdüm. Bir şeytan tüyü kadar yavaştı. Yeminlerle anlatsam da tek bir inanan olmadı. O ateşli hastalıklar bitti ama ne zaman kaygılansam o günlerdeki gibi yavaşlamaya başladı dünyam. Sadece çevrem değil; kendi düşüncelerim, hareketlerim, kalbim, nefesim de yavaşlıyordu. Ve bunun ne zaman biteceği hiç belli olmuyordu. Bazen birkaç saat bazen günlerce.

Başım dönmeye devam ediyor. Göz hizamda gömlek düğmeleri patlamak üzere olan biri aheste adımlarıyla yürüyor. Yürümüyor adımlarını yerde sürüyor. Sokaktaki insanlardan daha da yavaş. Demek oluyor ki benim tablo ağırlaşıyor.

Adımlarını izlerken zaman da böyle aksa diye geçiriyorum içimden. Çünkü gerçekte her şeyin normal hızında aktığını biliyorum.

Göbeğinin gerdiği düğmeler tam göz hizamda. Elinde bir küçük buket pörsümüş. Tombul parmaklar şimdi kadraja giriyor usulca. Düğmeleri kontrol edip sandalyeye oturduğu anda tıraşlı yeşil yüzünü görüyorum. Usulca yerleştiği sandalyede kaykılarak kontrol ediyor konforunu, sevmeyip değiştiriyor. Diğer sandalyeyi alırken sarsılan göbeği sakin bir denizin dalgalarını andırıyor. Masanın üzerine bıraktığı buketi garsona uzatıyor. Çiçeklerden birkaç solmuş yaprak yere düşüyor salına salına.

       “Serin bir yerde dursun.” diyor. Konuşmasını anlayabiliyorum. Hızlı konuşanları slovmoşında anlamak daha mümkün.

Garsonla birbirlerini tanıyor gibiler. Zor da olsa garsonun söylediklerini anlamayı başarıyorum. “Buzdolabına mı koysam?”

       “Klimanın önüne koy.”

Sormadığı hâlde “Arkadaşım gelecek.” derken göz kırpıyor garsona. Kirpikler birbirleriyle kucaklaşıp zoraki ayrılıyorlar.

Yeni sandalyesinde konfor tamam, çiçekler olması gereken yerde, düğmeler kontrol edildi, kopan veya açılan yok. Poğaça ve meyve suyu söylüyor. Dünyanın en özel içeceğini sipariş ediyor sanki. Kayısı ya da şeftali, yoksa ikisinin karışımı. O da yoksa mango suyu. Garsonun kafası karışık.

      “Çay tazeydi.” der demez pişman oluyor.

Tombul kara parmakları düğmelerden ayrılıp telefonuna uzanıyor. Telefonla buluşan dudakları anlamam biraz zorlaşıyor. Her kimle konuşuyorsa normal hızının altında bir seyirde ilerliyor kelimeler.

“Pastanenin arka bahçesindeyim. Yoo şimdi geldim.” diyor. Nerdeyse saatler geçti yavaş dünyamda. Adam, şimdi diyor. Çok vakti olanların ya da âşıkların hâli bu. Hiçbir fedakârlığa karşılık beklememek ve açılan yaralara bir doğum lekesi kadar razı olmak. Aşk, ciddi bir hastalık.

Telefonu kapatınca garsondan çiçekleri istiyor. Pörsüklüğünde zerre değişim olmayan bukete masanın üzerinde bir türlü uygun yeri bulamıyor. Ağır tombul elleri masanın üzerinde gezdiriyor çiçeği. Önce sapını kendine çevirip karşısına doğru koyuyor. Sonra kendi önüne çekiyor ve en sonunda beklenenin oturacağı tarafa özenle bırakıyor. Onu izlerken yorgunluktan ölüyorum. Başım dönmeye devam ediyor.

Pipete yapışan ağzı iki höpürtülü çekişle meyve suyunu bitiriyor. Ben çayımdan bir yudum bile alamıyorum. Külçe ağırlığındaki ellerimle bardağı tutabilmem imkânsız. Etrafı süzen yumuk gözleri beni atlıyor. Görüyor sadece, bakmıyor. Elleri yine düğmelerini kontrol ederken pantolonunun fermuarını da yokluyor. İşte tam o sırada beni fark ediyor. Arkasında kalan giriş kapısına dönüp bakarken ensesinde derin çizgiler oluşuyor katman katman. Bir an evvel dönsün istiyorum. Eli usulca telefonuna ulaştığında ağzından sevgi dolu bir alo çıkıyor. “İndin mi, yakında mısın? Yoo yeni geldim”ler birbirini kovalıyor ağır aksak.

Garson yanına yaklaşıp “Abi saat kaç?” diyerek telefonu işaret ediyor. İşaret parmağı ekrana dokunduğunda ekranın ışığı yanmıyor. Ben daha çok merak ediyorum saati. Ofisten gelecek haberi düşündükçe tamamen yavaşlıyor nefesim. Telefonum çalıyor çantamda ama alacak takatim yok. Hücrelerim çekiliyor, kalbim son bir iki atışına hazırlanıyor sanki.

“Telefonun kapanmış abi.”

“Yoo çalışıyor.” Ekranda ne bir yazı ne bir ışık. Telefonu kulağına götürüyor. “Yeni geldim. İndin mi?”

Garsona dönüp soruyor. “Neydi buranın adı?”

“BiSaniye abi.”

“Oğlum söylesene.”

“Söylüyorum abi. BiSaniye Pastanesi işte.”

Telefondaki olmayan kişiye söylüyor. “BiSaniye canım.”

Şaşkınlığımı gizlemeye çalışırken bitmeyen bir döngüye giren diyalogdan sıyrılıp telefonu kulağıma almayı başarıyorum. Ağız boşluğumda zorla dönen dilimle bir alo sallıyorum. Ne olacaksa olsun. İşten mi atacaklar, atsınlar. Hepi topu iki dakika geciktim toplantıya. 120 saniye. Şu hâlime bak. Yerçekimsiz alanda savruluyorum. Yüz yirmi saniye için bir saati bir gün uzunluğunda yaşıyorum.

Telefonun diğer ucundaki ses, beni ofise çağırıyor. “Şimdi çıkıyorum ama gelmem bir gün sürebilir.” derken karşı masadan “Şimdi geldim.” cümlesinin belki onuncusu yükseliyor.