Elimde tuttuğum aslında incecik bir kitap. Bu, Çağdaş Alman Edebiyatının “mucize kadınları” (fräuleinwunder) diye adlandırılan genç kuşak yazarlarından Judith Hermann’ın öykülerinden bir derleme: Yaz Evi, Daha Sonra (Sommerhaus, Später). İlknur Özdemir’in muhteşem çevirisiyle Sia Kitap’tan eylül ayında okurlara ulaştı. İlk bakışta çok kolay okunan öyküler bunlar. Cümleler basit kurulmuş, sözcükler insanın içini yakan bir gerçeklik duygusu ile müthiş bir dinginlikle sıralanmış. Gereksiz süslemeler, uzun uzun anlatımlar yok metinlerde.
Bu basit görünen cümlelerin ardında ise okura geçen anlam derinliği hemen fark ediliyor. Sadelik, yalınlık ve dildeki minimalizm okur olarak sizi yakalayıveriyor. Kimi metinler vurucu gerçekçiliğiyle Amerikalı öykücü Raymond Carver’ı andırıyor. Yazarın Berlin’li olması bazı öykülerde öne çıkıyor ancak kentler başrolde değil Yaz Evi, Daha Sonra’da. Öte yandan Hermann’ın karakterleri, aşk, aşkı kaybediş, ilişkiler, hayaller ve düş kırıklıkları arasında gidip geliyor. Belki dokuz farklı görünen öyküyü ortaklaştıran ana motif, karakterlerin yitirdikleri mutluluğun peşinde koşması.
“Mutluluk duymam gereken andan önceki saniyedir, o saniyede mutlu olurum ve bunu bilmem” diyor Marie, Camera Obscura öyküsünde (s. 128).
Bir diğer motif de zamanın dingin akması.
“Günler sakin geçiyordu, tıpkı suyun altındaymış gibiydi.” (s.19-Kırmızı Mercanlar)
Kırmızı Mercanlar kitabın ilk öyküsü. Genç bir kadının büyük büyük-babaannesinin gizli aşkını keşfetme, geçmişin sırlarının izini sürme hikâyesi bu. Bu maceradan torun özgürleşerek çıkacaktır.
Zamana yapılan vurgu farklı biçimlerde her öyküde karşımıza çıkar. Zaman kimi kez akışkan kimi kez ise durağandır:
“Akşam olana kadar öylece yatardı. Uyurdu, uyanırdı, belki de bu ikisinin arasında hiçbir fark yoktu onun için, saatler birbirinin içine akar, ışık odanın içinde yer değiştirirdi, masada saat yoktu, akşama doğru damların üstündeki gökyüzü şeridi gri-maviye, siyaha dönüşürdü.” (s.70- Bir Şeyin Sonu)
En beğendiğim öykülerden biri Hunter-Johnson Müziği, New York’taki bir otelde yaşayan orta yaşlı bir adamla genç bir kadının klasik müzik üzerinden hayatlarının kısa kesişmesini anlatır.
“Hunter parkta oturuyor, soğumuş kahvesini içiyor, sandviçini yiyor, gün yanından geçip gidiyor…” (s.103 -Hunter-Tompson Müziği)
Bu öyküler aslında sersemlik yaratan zamansız bir uykudan uyanma halini çağrıştırdı bende. Karlı sokaklar ya da nemli bir yaz sıcağı altındaki durgunluk metnin bir yerinden kendini gösterdi hep.
“Tiyatronun önündeki saat, on birde durmuştu. Sokakta, arabaların, sokak lambalarının üzerinde kalın bir kar tabakası vardı, dünya sessizdi, kulaklarımda uğulduyordu.” (s.86- Balili Kadın)
En beğendiğim öykülerden bir diğeri Sonja ise bir adamın rastlantısal olarak yaşamına karışan gizemli bir kadınla olan ilişkisini anlatır. Elden kayıp giden mutluluk fırsatları, ıskalanan yaşam planları, hedefsiz çıkılan yolculuklar… Hermann bu temaları dokuz öykünün de dokusuna işler.
“Şimdi, o gecelerde aslında mutluydum, diye düşünüyorum. Geçmişin hep güzelleştiğini, hatırlamanın yatıştırıcı olduğunu biliyorum. Belki de soğuktu o geceler, alaycı bir tarzda eğlenceliydi. Bugünse öyle önemli ve öyle kayıplar ki gözümde, içim yanıyor.” (s.56- Sonja)
Hermann’ın karakterleri bir biçimde modern dünyanın çılgınlığından kaçma ve düşlerinin sıradanlaşmasına karşı mücadele peşindeler. Kitabın tanıtımında kullanıldığı gibi “tek bir sözcüğün bile fazla olmadığı” öykülerin derinliğini yakalamak ve Judith Hermann’ı tanımak için Yaz Evi, Daha Sonra iyi bir seçim.