72 yaşındayım. İ.Ü.Kimya Fak. Mezunuyum. Evliyim, iki çocuğum var. Hayata hep geç kaldığım kesin. Elli yaşımda resme, 69 yaşımda öykü yazmaya başladım, tabi hep amatörce. Ama renkleri, kenar süslerini, kağıdı kalemi, upuzun komik mektuplar yazmayı, masallar uydurmayı hep sevmişimdir.

Heybetli mürdüm eriği ağacının altına oturmuştu Büyükbaba. Pastoral bir tablonun içine düşmüş gibiydi yaşlı adam. Artık kıymık kıymık olmuş tahta çitlerle çevrilmiş geniş bahçe yabanileşmeye başlamışsa da sapsarı nergislerle cıvıldıyordu yer yer. Damı kırmızı kiremit döşeli, kireç badanalı tek katlı evin hemen yanındaki sebze bahçesinde pırasalar, marullar ve son demlerini yaşayan biberler inadına yemyeşillerdi. Az gerideki kırmızı kiremitli kümes yine boştu elbette. Kar beyaz paçalı tavuklar, çilliler, haşmetli ibiği, yanar döner muhteşem kuyruğu ile gururla salınan horoz, ıslak toprağı halılayan sararmış otların, cins cins meyve ağaçlarından dökülen rengârenk yaprakların üzerinde geziniyor, çimleniyorlardı. Artık iyice eğik gelen sonbahar güneşi mürdüm ağacının kopkoyu, uçları hafiften kahverengine dönmüş yaprakları arasında oynaşıyor, mor-lacivert erikleri buğulandırıyor, oradan hafif bir eğimle tepelere dek uzanan ucu bucağı görünmeyen buğday, arpa tarlalarının anızlarını yaldızlayarak yitip gidiyordu. Çevresi süt mavisi kesilmiş, feri solmuş gözleri, yumuşacık, göğsüne kadar inen bembeyaz sakalları vardı yaşlı adamın. Yıpranmış gri kasketi, çökük omuzları arasından yükselen ak saçlı başını sonbaharın hırçın rüzgârından kısmen de olsa koruyordu. Boynunda rengi solmuş kırmızı poşusu, uzun zamandır yaz kış üzerinden çıkaramadığı gri çizgili lacivert yeleği, beli kullanılmaktan parlamış bir kayışla iyice sıkılmış bol, kahverengi kalın pantolonu ile Büyükbaba çok yakışıyordu bu pastoral tabloya.

Gençliğinde çok severek yaptığı, üzerinde kimleri kimleri ağırladığı, artık iyice kararmış, çivileri dökülmüş tahta masanın ucundaki tek sandalyeye oturmuş, yaşlılığın her türlü izini taşıyan kocaman elleri ile bacaklarının arasına aldığı kalın kaba bastonuna sanki hayatının bütün yükünü vermek ister gibi abanmıştı. İyice kocadığını hissediyordu, oturup da yarenlik ettiği tek bu ağaç kalmıştı. Titrek elini uzatıp hemen başının üzerindeki oldukça yumuşamış eriği ağzına attı. Tek tük kalmış dişleri kütür kütür meyveleri çiğneyemiyordu artık. Damağında iyice ezdiği mürdümün öz suyu yavaşça ağzına yayılınca gülümsedi, sevgiyle hafifçe okşadı ağacın dallarını. Nedense bu sabah çok duygusallaşmıştı Büyükbaba, dalıp dalıp gidiyordu. Hatıraları belleğinin köhnemiş köşelerinden çıkıp gelmiş, dört bir yanını sarmıştı yorgun yaşlı adamın. Mürdüm ağacı da hissetmişti etraflarındaki yoğun titreşimi. İlk o başladı söze:

– Biliyor musun şu an buraya taşındığınız ilk günü hatırladım. Mini miniciktin daha, güneşten sararmış saçlarının arasından bütün dünyayı hemencecik keşfetmek ister gibi cin cin bakınıyordun etrafa, bir yandan da üstünden düşen kısacık pantolonunu çekiştirip duruyordun, çok tatlıydın. Ne kadar şaşırmıştın meyvelerimi görünce. Hiç yememiştin daha önce mor erik. Hemen fırlayıp yavru kediler gibi tepeme kadar tırmanmıştın dizlerinin paralanmasına aldırmadan. Ben de gençtim o sıralar, bir baştan bir başa yayılan kuvvetli dallarıma zıplayıveren ilk çocuktun, bayağı gururlanmıştım. Aramızda sözsüz bir arkadaşlık filizlenmişti o an. Kaç kere sakladım seni yapraklarımın arasında, kâh sadece muzurluğundan kâh yaramazlık edip annenlerden kaçtığında sığınırdın bana. Hiç arkadaşın yoktu civarda, oyuncağın da yoktu babanın eski tahtalardan, tellerden yaptığı araba dışında. O yüzden annen beni sana emanet ettiydi sorumluluk hissin gelişsin diye. Ama o da çok üzülmüştü korkunç fırtına gecesinden sonra “Keşke minnacık çocuğa bu yükü taşıtmasaydım” deyip durmuştu kadıncağız.

– Evet, hayatımda öyle korkmamıştım. Gece yarısı müthiş bir çatırtıyla fırlamıştım yatağımdan, pencereden baktığımda alev alevdi dışarısı. Kör olası yıldırım gelip seni bulmuştu, meşale gibi yanıyordun, yanına gelmeme izin vermedi annemler. Sabah uyanır uyanmaz dışarı koştuğumda simsiyah bir odun parçasıydın, sanki kalbim koptuydu yerinden, günlerce ağladıydım.

– Çok canım yanmıştı çok, duyuyordum hıçkırıklarını, inan kahroluyordum ama ben de toprağın derinliklerinde kendimi toparlamaya çalışıyordum, sana cevap verecek halim yoktu. Üstelik daha birbirimizin dilini anlamadığımız zamanlardaydık.

– O ilkbaharı hiç unutmadım. Minicik bir filiz çıkmıştı topraktan, yeşil mi yeşil yapraklarının ucunda çiğ damlaları ışıldayan, tam da o kapkara gövdenin hemen dibinden. Babam “Senin ağacın olmayabilir, heveslenip üzülme sonradan” dediydi, biliyordu sana düşkünlüğümü, unutamadığımı. Ama ben hissetmiştim, hemen etrafına taşlardan, dal parçalarından kendimce bir çit oluşturdum, her gün okşadım, suladım o filizi. Yanılmadım, SENDİN işte.

– Ve birlikte büyüdük. Zaman koştu, upuzun yıllar geçti, ben tekrar meyveye durdum, sen ailenin yükünü paylaştın, onlar gitti, hayat devam etti. Sonra o güzel kız çıktı karşına, sen evlendin, çoluğa çocuğa karıştın, ben köklerimi iyice derinlere dallarımı göğe saldım. Derken torunlarımız geldi birer ikişer. Torunlarımız diyorum elbet, sen şefkatli kollarınla ben kuvvetli dallarımla sarmaladık, kolladık onları. Ne sünnetler, doğum günleri, dostlarla muhabbetler yaşadınız üzerinize serdiğim yemyeşil şemsiyenin altında. Ne çok yorgunluk kahveleri içtiniz, meyvelerimin süslediği yemekler yediniz, marmelatlarımdan yapılan kahvaltılar ettiniz. Şimdi itiraf ediyorum, hani o şenlikli gecelerde beni fener alayı gibi ışıklandırırdınız ya çocuklar bayıldığı için, azıcık korkmaz da değildim yine tutuşacağım diye. Ama bir kere daha kaybetmeyi asla göze alamazdın da bahçe hortumunu hiç eksik etmezdin yanımdan. Hadi bir itiraf daha, o mutlu, neşe dolu gecelerde, kıskançlığımdan mıdır nedir, mahsus atardım meyvelerimi pat diye bardaklarınıza, çorbalarınıza, siz de, ben de kendimce, kahkahalarla gülerdik şakama. Bak, bir de hiç unutmam, uzun eğlenceli bir gecenin ardından, hepiniz mışıl mışıl uyurken, bense daha yeni yeni mahmurluğumu atmaya çalışırken üzerimde kıpır kıpır bir ağırlık hissetmiştim, bir de ne göreyim bütün dallarım çocuk açmış irili ufaklı. Yumurcakları zor toplamıştınız tepemden, hele o minik bıcırık amma ayak diremişti, “İnmem de inmem” diye.

Büyükbaba’nın yüzü mutlulukla kırış kırış oldu, hatırlamıştı o sabahı. Devam etti mürdüm ağacı yapraklarını hışırdatarak:

– Sonra yavaş yavaş yalnızlaştık, herkes kendi yuvasını kurdu ama özel günlerde hep şenlendik hiç aksatmadan. O çok sevgili kadın sonsuzluğa gitti bir gün, birlikte ağladık yine kendimizce. “Hey gidi günler hey!” dedi Büyükbaba, derinden iç çekerek.

Suskunlaştılar. Gözyaşları, yaşlılıktan iyice sulanmış gözlerinden sessizce yuvarlanmaya başladı Büyükbaba’nın. Damlacıklar birer birer yanaklarının derin yarıklarında kaybolurken yavaşça ayağa kalktı yaşlı adam, yetişebildiği dallarını okşadı ağacın. “Hatıralar sanki göğsüme çöktü, yorgunum, biraz uzanacağım” dedi. Beli bükük, titrek adımlarla yürüdü kırmızı kiremitli, beyaz kireç badanalı evciğine doğru. Kocamış mürdüm ağacı uzun uzun baktı ardından.

– Güle güle yarenliğim. Hissediyorum bu seni son görüşüm, biliyorum, içi boşalmış koflaşmış gövdemin altına gömüleceksin, çocuklarına vasiyetindi, duymuştum. Merak etme ben de çok bekletmeyeceğim, iyice çürümeye başlamış köklerimle sarmaş dolaş doğanın muhteşem döngüsüne girip yeni bir hayata merhaba diyeceğiz birlikte. Ama gerçekten çok güzel yaşadık değil mi?