Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Öyküye başlamadan belirtmek isterim ki, bu öyküde tek bir sözcük bile kullanılmadı. Tüm anlatı düşünsel algı transferi ya da bildiğimiz adıyla telepati yardımıyla gerçekleşti. Uzay zamana göre erişilmesi olanak dışı bir evrenden rastgele ulaşan sinyalleri değerlendirerek eğrisiyle doğrusuyla bir öykü yazmaya çabaladık. Çözemediğimiz sinyaller olduğunda hayal gücü gerekti. Bolca kullandık.

İki koca balon havada çarpıştı.

“Yaklaş bana Frida, balonuma yaslan. Balonun benimkine değince beynimde yeni sinapslar oluşuyor. Sinir hücrelerim sürekli yeni devreler üretiyor.”

“Benim beynimde de gelişen nöronlar var. Aralarındaki elektriksel iletişim purkinje hücrelerimin sayısını hızla arttırıyor.”

“Demek sen de bu etkileşimin farkındasın.”

“Neden her çarpışmada bana Frida diyorsun?”

“Ona benziyorsun.”

“O da kim?”

“Sen hiç zaman çizgisine gidip ileri geri dolaşmaz mısın?”

“Dolaşmam.”

“Ben çok sık giderim. Bu benim görevim. Birlikte gidelim mi?”

“Olumlu.”

Böylece iki koca balon yol almaya başladı. Yapışık ikizler gibi birbirlerinden hiç ayrılmadan hızla aynı yöne doğru kayarak gözden kayboldular.

Ufuk çizgisi cetvele benziyordu. Her biri, bir zaman dilimini gösteren sanal işaretlerdi bunlar. Rengârenk çizgilerin arasında kocaman mor bir çizgi çok belirgindi.

Frida sordu: “Mor çizgi neden mor?”

“O milat çizgisi”

“Duymuştum, biliyorum.”

“Biz öncesine gideceğiz. MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan mimar Marcus Vitruvius Pollio’yu bilmeden şu anı analiz edemezsin.”

“Gidelim, anlat.”

“Onun kaleme aldığı kitapları okuyan Leonardo da Vinci, Vitruvius’tan esinlenerek çizdiği bir eskizde iç içe geçmiş kare ve dairenin tam merkezine kolları ve bacakları açık olarak duran çıplak bir insan figürü yerleştirmiş ve bu çizimi ‘Oranların Yasası’ olarak adlandırmıştır (MS 15. yy.).

“Bizimle bağlantısı ne?”

“Şimdi sana o çizimi göstereceğim, anlayacaksın.”

Eskizi büyütüp balona yansıttı.

“Aynı içinde yaşadığımız balon, anladım.”

“Kim bilir kaç uzay yılı önce çizilmiş geometrik bir şekil bu. Bu çizimi içinde yaşanır bir balona dönüştüren bizim bilim konseyimiz. Bir balonun içinde yaşayarak her türlü dertten kurtulacağımız kimin aklına gelirdi…”

“Açlık, sıcak-soğuk kavramı, ulaşım sorunu ve hastalıklar balonda sonlanıyor. Yüksek yapılara gereksinim bitiyor. Balonumu seviyorum, onun içinde yaşamak çok kolay. Beslenme için bir giriş ve dışkı için bir çıkış yeterli.”

“Ne yazık ki bunu bilen yok oralarda. 21. yüzyılda bile yaşam şartları çok ağır. Çözemedikleri sorunların altında eziliyorlar. Örneğin ulaşım tekerlekli araçlarla sağlanıyor. Hâlâ fosil yakıt kullanıyorlar inanabiliyor musun? Embriyo gelişimi sırasında beyin fonksiyonlarını düzenleyemedikleri için çok sayıda aptal ve işe yaramaz insan üretiyorlar. Onları besleyeceklerine koyun besleseler daha akıllıca olur, hiç değilse koyunun eti yenir. Bazen onları izlerken çok eğleniyorum.”

“Hâlâ çocuk doğuranları varmış. Bilim bülteninde okumuştum.”

“Çoğu doğuruyor. Asıl gereksinim nedir bilmediklerinden. Örneğin yeni nesil kaç adet üretilmeli, bu konuda karar verecek bir planlama konseyleri yok. Ayrıca hepsi sevişiyor.”

“Seks mi yapıyorlar? Olamaz, bu çok ilkel…”

“Ben onları çok izledim, nasıl seviştiklerini gördüm. O sırada bağırmak, kendinden geçmek, terlemek, titremek vb. gibi davranışları var.”

“Bunu hemen bitirmeliler, seks bitmeden ilkellik bitmez.”

“Sadece seks mi? Altın gibi, para gibi satın alma gücü olan bütün faktörlerden de kurtulmaları gerek. Bu da yetmez, saldırganlıkla ilgili genlerin DNA’ları temizlenmeli. Savaşarak yok olacaklarının bilincinde değiller. Bizim için de hiç kolay olmadı sadece sanat ve bilimle yaşamak.”

“Zor günler geride kaldı. Şimdi beni zaman çizgisinde en çok izlediğin noktaya götür.”

Balonlarını biraz sağa doğru kaydırdılar.

“İzle bak Frida, kar yağıyor.”

“Kar minicik balonlara benziyor. Acaba onların içinde de yaşayan insanlar var mıdır?”

“Mutlaka bazı organizmalar vardır, onlara insan denir mi bilemedim.”

“Burası neresi? Hangi dünya yılındayız?”

“Rusya, 1880 civarı. Doktor Çehov evine dönüyor. At arabasının sesini duyuyor musun? Tıkır tıkır.”

“Ses çok ilginç… Bıkmadan uzun süre dinlenebilir.”

“Doktor Çehov bütün gün hasta bakmış, çok yorulmuş, erkenden yaşlanmış. Daha otuzlu yaşlarında ama yüzünde derin çizgiler var. Şömine odayı ısıtmış. Masaya oturup lambayı yakıyor. Kızılımsı bir ışık doluyor odaya. Gölgeler titreşmeye başlıyor yavaştan.”

“Görüyorum. Gözüne taktığı camlar ne hoş ve ne garip… Kalemle yazmaya başladı. Bizim çoktan unuttuğumuz bir meleke. Acayip bir durum, ben de titreşmeye başladım.”

“Adı heyecan onun. Bende de olur ara sıra. Yazdıklarını okuyabilmek için ekranlarımıza kocaman yansıtacağım. Bugüne kadar yazdığı öyküleri ilk okuyan ben oldum. Şimdi birlikte okuyalım Frida, seninle paylaşmak istiyorum.”

      Genç görünümlü, fakat çekingen bir adam sağdan sahneye girer. Kıyafeti hem şık hem resmidir.

     Bahçeden gelişigüzel toplanmış bir demet vardır elinde. Sol taraftan sahneye hızla giren yaşlıca ve tombul adam onu neşeyle karşılar.           

     “Hoş geldin komşu” der.

     Genç, “Bana yardım edin lütfen” diyerek ona doğru ilerler ve el sıkışırlar.

     “Ederim elbette ama söyle bana nasıl?”

     Genç önce kem küm eder, bir türlü söze giremez ama tombul adam ısrarcıdır, onu konuşmaya zorlar. Sonunda konuk niyetini açıklar.

     “Kızınıza aşığım efendim, onunla evlenmek istiyorum.”

     Doktor Çehov düşüncelere dalmıştır. Sayfanın sol kenarına ‘Öküz çayırı ve köpeğin adı’gibi notlar alır. Yazdıklarına göz gezdirir, bazı sözcüklerin üstünü çizer, yenilerini yazar. Birden masadan kalkarak odada bir iki tur attıktan sonra şöminenin karşısındaki divana uzanır ve anında uyuya kalır.

Frida meraklanmıştır.

“Ya öykünün devamı?”

“Bazen ben de meraklanırım aynı senin gibi. Bu durumda yapılacak tek şey vardır. Dünya zamanında ertesi akşama gidip, öykünün devamını yazmasını beklemek.”

“Ya yazmazsa…”

“O hep yazar.”

“Sana Çehov diyebilir miyim?”

“Doktor Çehov dersen olur.

“Hadi gel Doktor Çehov, seni yaşadığım yere götüreyim, akan yıldızlara.”

“Götür, isterim, severim izlemeyi.”

“Ben önce onları izlerim sonra çalışırım yorulunca uyku moduna geçerim”

“Görevin nedir?”

“Ezgi kurgularım. Yaşayanları rahatlatacak, uyaracak, uyutacak, mest edecek, ilham verecek ve daha pek çok çeşit ezgi kurgulamaktır görevim. Onları önce komisyona sunarım, onaylanırsa sizin balonlarınıza yüklenir. Ya senin görevin?”

“Yeni gelişenlere geçmişi anlatmak. Bu nedenle zaman çizgisinde dolanırım. Fen ve doğa anlatıcıları da vardır ama benim görevim sadece geçmişle sınırlı ve çok kapsamlı. İlk derse, kendi geçmişimizi daha iyi kavramak için bir dünya simüle ettiğimizi anlatarak başlarım.”

“Olumlu.”

“Hadi bir deneme yapalım seninle. Şimdi iki elini balonun çeperine yasla, ben de aynısını yapacağım. Ellerimiz üst üste gelince bakalım ne olacak?”

Elleri birbirine değdiği anda iki balon çakan bir ışıkla sarsıldı ve hızla ters yöne savruldu. Gülmeye başladılar.

Frida: “Hiç bu kadar eğlenmemiştim.”

Doktor Çehov: “Haklı olduğumu biliyordum. Bu neyin kanıtı anladın mı?”

“Olumsuz.”

“Hâlâ sarmalımızın derinlerinde atalarımızdan bize ulaşan duygu kırıntıları var. Kurcalarsak yeni duygular gelişebilir bence.”

“Kurcalayalım o zaman. Biz dünyayı neden simüle ettik? İşte asıl soru bu.”

“Kendi geçmişimizi araştırmak için. Aynı hataları yaparsak biz de yok oluruz onlar gibi.”

“Sorarım sana Doktor Çehov; başka bir uzay yuvarında yaşayan beyinler -ki onlara insan denemez artık- bizi simüle etmiş olabilirler mi?”

“Olabilirler.”

“Balon içinde yaşayan bizleri ilkel bulup gülümserler mi?”

“Gülümsüyor veya öykünüyor olabilirler.”

“Sonu nerededir bu zamanın? Son ütücüsü ya da bükücüsü var mıdır?”

“Cevabını bilmediğim sorular sorma bana. Şimdi doğru Frida Kahlo’ya. Ekranına 1940 Meksika-Coyocan yaz. Ben yazdım bile.”