İstanbul’da, Çukurcuma’daki Faar Art Galeri’de 14 Eylül’de açılan serginin büyük bir proje sergisinin devamı ya da parçası olduğu basın bülteninde yazıyor. Fotoğraf sanatçısı Coşar Kulaksız, konuk sanatçı programı davetiyle sergiye katılıyor, projenin sanat danışmanlığını, sergileme tasarım danışmanlığını ve proje direktörlüğünü saygın ve alanında duayen isimler üstleniyor. Serginin adı “Tekinsiz Deniz”.
“Tekinsiz” kavramı üzerine düşününce Türkiye toplumunun son 20 yıllık siyasi döneminin hissettirdiği duygu durumu geliyor akla. Bitmeyen ve dozu her geçen gün artan bir tekinsizlik hali. Kimsenin kimseye güvenmediği, endişenin, kaygının ruhlarımıza sirayet ettiği kâbus gibi bir dönem. Bu kâbustan uyanmak istiyor ama uyanmak istedikçe uzadığını görüyoruz. Bitmeyen kâbus, kuyunun dibinin dibi. Kuyuya düşmüşüz de çıkamıyoruz çaresizliğiyle, tımarhaneye dönmüş ülkede delirmemek, bitmeyen bu tekinsizlik halinden çıkmak için cebelleşirken sığınacak limanlar arıyoruz. Bu liman bazılarımız için sanat ve felsefe oluyor.
“Tekinsiz Deniz” fotoğraflarının gösterdikleri; toplum olarak tekinsiz bir ortamda yaşamanın tedirginliğine karşılık geliyor mu? Gelmiyor. Fotoğraflarda tekinsiz hiçbir şey yok. Dingin, sessiz, deniz manzaralarından kesitler. Sergi izleyiciyi ters köşe mi yapmak istiyor? Bu fotoğrafların gösterdikleri değil de gizledikleri mi “tekinsizlik”?
Serginin basın bülteninde şu ifadelere yer veriliyor: “…fotoğraflar Ege deyince akla gelen turistik ve yapay canlılık değil, iki ülke arasında siyasi, coğrafi, beşeri ve tarihsel olarak sıkışmış olan insanların yalnızlığını ve tekinsizliğini betimliyor.”
Bu iddialı metin, butik bir galeride çok az sayıda fotoğraf ve üst katta iki çizimin betimlediği şeyin “tekinsiz” kavramı olamayacağını söylüyor. Sergi küratörüne göre “…Bu tekinsiz, derin ve karmaşık Ege düzeni fotoğrafla nasıl gösterilir? Coşar Kulaksız bunun olanaksızlığının bilincinde olarak; algı, bilgi, bellek ve düş gücünü zorlayan ve bir o kadar da çekici olan bu coğrafyaya en aza indirgenmiş bir yöntemle yaklaşıyor ve dingin, sessiz, yalnız bir ışığın aydınlattığı deniz görüntülerini izleyicinin bakışına sunuyor…”
Ancak bakışa sunulan şey “tekinsiz”liğe dair hiçbir şey söylemiyor. Kürenin her an yeni savaşlarla karşı karşıya kaldığı, Türkiye ile Batı’daki sınır komşusu Yunanistan arasındaki gerginliğin sürdüğü, İtalya ve Fransa’nın kuraklık alarmı verdiği, büyük bir ekolojik yıkımın tam ortasında neyin dingin ve sessiz olduğu söylenebilir? Alabildiğine “tekinsiz” bir ortamda huzur, dinginlik, sessizlik diye sunulan görüntüler “cenaze evinde Rock’n Roll dansı yapmak” gibi…
Mobil telefonların bu kadar iyi fotoğraf çekme özelliği fotoğraf sanatını icra eden sanatçılara herkesin gösterebileceğinden daha fazlasını ya da farklı bakış açılarını gösterme sorumluluğu yüklüyor. Bu sergideki fotoğraflar için bunu söylemek zor.
Sergi için söylenen büyük ve iddialı sözlere gelince; “biçimsel ve içerik tekrarla günümüz tüketim, siyasi ve sosyal yapısına direnişi fotoğrafları aracılığıyla izleyicilerle buluşturmaya çalışıyor.”
İzleyiciyle buluşan nedir?
Biçimsel ve içerik günümüz tüketim, siyasi ve sosyal yapısına direnmiyor, pasif direniş falan da yok. Mobil telefonla herkesin çekebileceği, suya sabuna dokunmayan deniz manzarasını önümüze koyup toplumsal travmanın tavan yaptığı, her gün insanların sosyal medya paylaşımından dolayı gözaltına alınıp tutuklandığı bir ülkede hiçbir şey yokmuş gibi adına “tekinsiz deniz” demek hayli düşündürücü.
Bu satırlar yine serginin basın bülteninden; “Fotoğraf; analog ve dijital türleriyle biçim, içerik, estetik açıdan karmaşık ve sürekli çözümlemeyi gerektiren çok katmanlı güçlü bir görsel olgu ve üretim olarak yaşamın odağında varlığını sürdürüyor.”
Ancak bu sergide çözümlemeyi bekleyen çok katmanlı güçlü bir görsel olgu falan yok, gayet basit, net, tek katmanlı bir deniz manzarası var.
Sergi metninde anlatılan kavramsallaştırmaya denk düşecek bir sergi içeriği yok. Sergi basın bülteninde iddia edildiği gibi fotoğrafın göstergelerinin içerdiği anlam ve metaforların ilettiği bilinçlenme ve hakikate ulaşma olanakları sunmayan bu sergi için ne söylenebilir?
Çift yönlü bir eylem olan “bakış” için bakılacak bir “şey” ve ona yönelen bir bilinç olması gerekir. “Bakış” kavramı felsefecileri de meşgul etmiş bir kavramdır. Sergi metninde Lacan ve Foucault’dan alıntılar var.
Lacan: “Bakış bize ancak tuhaf bir olumsallık biçiminde kendini gösterir; bu olumsallık ufukta deneyimimizin yoluna çıkıp onu durduran şeyi, yani iğdiş edilme kaygısını yaratan eksikliği simgeler… Şeylerle olan ilişkimizin görme yoluyla oluşan ve temsillere ait figürlerle düzenlendiği haliyle, bu ilişkide bir şey bir evreden ötekine kayar, geçer, aktarılır ve hep bir dereceye kadar elden kaçırılır — bakış dediğimiz şey budur.” (1)
“Michel Foucault gözetlemeyi (surveillance) tartışırken “soruşturan bakış”ın bir iktidar olduğunu belirtiyor. Panoptikonda görülmeden görmede oluşan üstünlük iktidarın tözüdür. Fotoğrafı çeken ya da kullanan soruşturan bakışın iktidarı karşısında izleyici kendisini, kendi kendinin gözetmeni olarak içselleştirir ve kendi üstüne ve kendine karşı bir soruşturma deneyimine girişir. Bu sanat yapıtının algılanmasında başarılı bir formüldür.”(2)
Lacan ve Foucault’nun söyledikleri ufuk açıcı ancak bu sergide “sanat yapıtı olarak fotoğrafta izleyicinin beklemediği ama ister istemez benimsediği tereddütlü ilişki” kurulamıyor. “Fotoğrafın temsil ettiği, gösterdiği imge ya da olay çeşitli yorumlara açık metaforlar olarak yansıtıldığında, izleyici bu karşılaşmayla hesaplaşmaya girişmek zorunda kalıyor.” Ancak bu sergideki fotoğraflarda deniz manzarasından kesitler bir metafor değil, bizatihi gösterilenin kendisi; dolayısı ile görünen deniz ne yorumlara açık bir metafor ne de izleyiciyi bu karşılaşmayla hesaplaşmaya götüren bir gösteren.
Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak kitabında, “Adlandırmak, bir nesneyi, olayı ya da eylemi tanıdık bir adla çağırmak her zaman bir kavramsallaştırmayı, bir düzenlemeyi, bir sınıflandırmayı içerir; adlandırılan ile kurulacak ilişkiyi tayin eder. Öte yanda dilin hayata ya da kendi dışına göndermelerinin yok olduğu bir durumda, adlandırmanın bir tanıdıklığı ya da tanışma ihtimalini ortadan kaldırdığı bir durumda, artık bu kavramsallaştırma yalnızca bir kurmanın ifadesidir” (3) der, bu sergi için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
1- Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, s.81 ve s.114
2- Michel Foucault, (2007), İktidarın Gözü-Seçme Yazılar 4. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
3- Nurdan Gürbilek; (2014), Vitrinde Yaşamak – 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları