Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Yaşamak için sıra bekleyenlerin zamansız duyguları vardır. Bir anının bir anında kalmış. O an, ölüme verilmiş bir söz olabilir.

Bu sabah da telefon uzun uzun çaldı. Sustu. Az sonra yine çaldı. Dış kapının girişindeki depo gibi kullandığı odaya bırakıyordu telefonunu birkaç aydır. Çaldığında belli belirsiz duyuyordu böylece. Yine uzun uzun çaldı. O dinledi.

Günlerdir her sabah aynı saatte aynı müzik sesiyle çalan telefonu açmayarak içindeki merakla inatlaşıp duruyordu. Çocukluk inadım geri geldi, dedi kendi kendine. İçini çekti. Yatak odasının camını açtı, yatağını öylece bırakıp giyinip çıktı evden. Sahile doğru yürüdü. Evden çıkarken poşete doldurduğu mamaları yolunu gözleyen sahil kedilerine pay etti. Bu sabah güneşten önce denizden esen serin rüzgâr yüzünü yaladı. Yükselen güneşe sırtını vereceği bir bank bulup oturdu. Güneşin sıcaklığı boynundan beline doğru yayıldı. Birkaç aydır, çocukken yaz tatillerinde anneannesinin koynunda yatarken, uyumadan önce birlikte okudukları duaları tekrar ezberlemeye çalışıyordu. İkisini zar zor ezberlemişti. Gözlerini kapattı, anneannesi gibi duaları beşer kez okudu. Bir müddet öylece oturdu. Bir bisiklet geçti yanından. Uzaktan bir dalga sesi geldi kulağına. Etraftaki sesleri dinleyerek An’da kalmaya çalışmak içindeki sesleri bastırmayı engelleyebilir miydi, emin olamadı.

İçinde ne çok şeyi bastırdın be Selda! diye diye bir hal olmuştu kendine. Son yıllarda meditasyon, nefes teknikleri eğitimleri alıp durmuştu. Ama kendinin hallacı olamamıştı bir türlü. 

Evden yeterince uzaklaştığına emin olduğu yerdeki balıkçı barınağına kadar yürüdü yine. Dar merdivenlerden inip küçük kulübeye doğru seslendi. 

“Günaydın Cevat Amca.” 

“Hey be kızım, hayırlı sabahlar, erkencisin bu sabah” 

“Sabah serinliği başlamış. Sırtımı güneşe verip anneannemin dualarını okudum. Çayımı seninle içeyim istedim, var mı çayın? 

Yaşlı adam iki küçük çay bardağı ile içeriden çıktı ve onları denizin kenarındaki tahta sehpanın üzerine bıraktı.

“Çek şuradan tabureleri bakalım.” 

Kulübenin yanındaki sundurmanın altına istiflenmiş hasır taburelerden en üsttekileri alıp sehpanın yanına koydu Selda. Cevat kulübeden getirdiği eski bir havluyu Selda’nın oturacağı taburenin üzerine serdi.

“Üşütmeyesin.” 

“Üşütüğüm ben zaten Cevat Amca, biliyorsun ya” dedi, güldü Selda. ‘Üşütük kız’ derdin ya. Bu dünya bizi iyice üşüttürdü mü, ne dersin?” 

Adam uzun uzun sustu. Selda bu suskunlukta kaldı bir müddet.

“Üşütük olan sen değilmişsin. Biz yabancıymışız buralara. Memleketten yeni gelmişiz. Garip garip müzikler dinler, sonra bize de dinletirdin. Bir de üstelik onları masal gibi anlatırdın. Hatırlar mısın? Bir gün Gülhane Parkı’ndaki fillere cebindeki küçük teypten o masal gibi anlattığın müziklerden birini dinletmiştin. Biz seni uzaktan izler, hey Allah’ım der gülerdik. İnan olsun, yollarınız ayrılınca ‘Bizim oğlan bu üşütükten kurtuldu’ diye o zamanlar bizim büfede çalışan memleketlilerle bir müddet memnun da olduk hani.”

Selda sessizlikle konuşmak arasında bir müddet durdu. Birkaç kere burnundan derin nefes alıp ağzından verdi. Titrek bir sesle, “Yakmaya kıyamadığım birkaç fotoğraftan birinde, Gülhane Parkı’ndaki asırlık çınar ağaçlarının rengârenk yapraklarını havaya fırlatıyorum. Kulağımda walkman. Vivaldi’nin “Sonbahar”ını dinliyorum belli ki. Sen de varsın o karede. Şaşkın şakın bakıyorsun sizin büfenin tam karşısında. Üçüncü sınıfa başladığımız yıldı. Sahaflar Çarşısı’na eksik kitaplarımızı almaya gelmiştik, o gün. Ama bak şimdi fillere ne dinlettiğimi hatırlamıyorum valla Cevat Amca, otuz yıl geçti üzerinden” dedi.

Birden Cevat’ın gömlek cebindeki telefona uzandı, aldı. Telefondan Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertoları balıkçı barınağından denize doğru yayıldı.

 “Hadi bakalım bil, hangisi Sonbahar bunların” diye bir kahkaha attı Selda.

Cevat, dinledi. Müzik bitince telefonunu aldı masadan.

 “Bilemedim, üşütük kızım “dedi. Telefonu elinde bir müddet evirdi çevirdi. Tekrar masanın üzerine koydu. Müziği açtı. Zamanı durdurdu. Anlatmaya başladı.

O gün, onlar Boğaz’ın kıvrımlı kıyılarına çarpa çarpa akan koyu lacivert suların Marmara Denizi’ne açıldığı yerdeydiler.

“Ne kadar telaşlı değil mi Boğaz’ın suyu” dedi kız. Kırmızı süveteri ve bol paçalı kot pantolonu vardı üzerinde o gün.

Çocuk yüzünü kıza dönmeden, “Önünde uzun bir yolculuk var, engin denizlere açılıyor, heyecandandır. Kuşlar da böyledir. Kafese kapatılmamalılar” dedi. 

Kız duymamış gibi, “Eylülde yapraklar sararmıyormuş meğerse” dedi. Sandalyesinin arkasına astığı çantasını kucağına aldı, sarıldı. Bir müddet öylece durdu. Kıyıya vurup Marmara’ ya koşan Boğaz’ın kaçkın dalgalarını seyretti. Çocuk da onu.

“Ne zaman sararacak bu yapraklar?” diye mırıldandı kız. Çantasından walkmanı çıkardı. Her zaman özenle doladığı kulaklığın kordonunu açtı, birini kendi kulağına taktı. Başını sevgilisinin başına yaklaştırdı. Diğerini onun kulağına yerleştirdi. Düğmeye bastı. Gözlerini kapattı. Chopin’in “Spring Waltz”ını gözleri kapalı dinlediler. “Üç sene dört ay on üç gün önceydi” dedi kız. Çocuk, “Bu! İşte bu!. Gülhane Parkı’nın ortasında birbirimize sarılıp zıplayarak sevgimizin bestesi ilan etmiştik. Koşarak büfeye gidip Cevat amcalara da dinlettirip, birer kaşarlı tost ve küçük cam şişe ayranlarımızı alarak koca çınarlardan dökülmüş rengârenk yaprakların üzerine oturup yemiştik” dedi.

O gün, üşütük kız yanıma geldi. Omuzları düşmüş, rengi sararmış görünüyordu. “Cevat Amca, ben sizin oranın türkülerini de çok sevdim inan ki” dedi bana. 

Bizim oğlan geldi arkasından. Yaprak gibi titriyordu, anlattı, anlattı. Sonra “Kuşlar kafese kapatılmamalı, sen kuş olup uçurmuşsun buralara sevdiğini enişte ama ben kafesim ona” dedi.

Cevat telefonunu masadan alıp, müziği kapattı, tekrar gömleğinin cebine koydu.

Tüm örf ve âdetlerin ağırlığının altında ezilmiş sesini iyice kısarak “Memlekette aşiret ağasının kız kardeşini sevmiştim ben” dedi. “Vermeyeceklerini biliyordum. Kaçtık buralara. Birkaç sene saklandık. Hamile kaldı, doğum yaparken bebe ters geldi, yek tanem bebemizle beraber öldü. Bizim oğlanın halasıydı benim yek tanem. Anlatmıştır sana. Aşiretten kimse arayıp sormadı. Ağabeyleri, bacıları mezarını bile bilmiyorlar kardeşlerinin. Bir tek bizim oğlan üniversite okumaya buralara gelince aramış bulmuş beni. Öyle olgun, öyle akıllı bir çocuktu ki bu Oğuz. Altı yedi yaşlarındaydı, halasıyla benim aramda nameleri getirip götürürdü. Beni de halasını da çok severdi. Baktım birkaç ay sonra seni alıp getirdi büfeye bir gün. “Bak enişte, bu da benim yek tanem” dediydi” dedi. 

Selda masadan kalktı, taburesini aldığı yere koydu. “Sen de o zamanlar çok gençmişsin Cevat Amca” dedi. Merdivenlerden yıkılmak üzere bir selvi gibi sallanarak çıktı.

“Üşütük kızım, telefonlarını aç. Sesini duysun. Çok üzülürsün sonra “dedi Cevat. Ama Selda çoktan yürüyüp gitmişti.

89 gündür, telefonu her sabah aynı saatte uzun uzun çalıyordu. Susuyor az sonra yine çalıyordu. Yine bir sabah yürüyüşünde uğradığında, Oğuz’un hastalığının ilerlediğini ve doktorların üç ay ömrünün kaldığını söylediklerini anlatmıştı.

Bu sabah yine dinlemişti telefonun derinden gelen zil sesindeki sevgi notalarını. 

İki evlilik yapmıştı Selda Bozok. Bazen arkadaş toplantılarının keyifli sohbetlerinde, hayatın onun için çocuksuz, çiçeksiz, kedisiz, köpeksiz kısaca köksüz günlerin tohumsuz hatıralarının toplamı olduğunu söyler, sözlerinin ortama yaydığı ağırlığını uzun uzadıya attığı anlamsız kahkahalarla dağıtmaya çalışırdı. 

Ertesi sabah, telefon çalmadı. Bekledi. Anneannesinden öğrendiği tüm duaları ezberlemeyi başarmıştı sonunda. Annesinin çeyiz sandığını açtı. Dedesinin üniversiteyi kazandığında eliyle yapıp “Güzel kızım, artık sana ait bir hayatın var, anılarını biriktir bu kutuda” diyerek hediye ettiği tahta kutuyu çıkarttı. Yıllar önce Oğuz’la anlaştıkları gibi, içindeki renkleri sararmış birkaç fotoğrafı aldı. Mutfak lavabosunda yaktı. Kutunun içindeki kırmızı süveteri üzerine giydi. Kırmızı bir ruj sürdü. Odadan telefonunu aldı. Cevapsız aramaya bastı. Telefon uzun uzun çaldı, açıldı. Yirmilerinde genç bir erkek sesi “Selda Hanım, babamı kaybettik” dedi. Evden çıkarken koridordaki boy aynasında 22 yaşında genç kızla göz göze geldi. Birlikte gülümsediler. 

Sabahleyin Cevat’ın telefonuna, bir mesaj geldi. “Öğle namazını müteakip……müteveffanın arzusu gereği Aşiyan Mezarlığı’na defnedilecektir.…..”  

Sonra bir tane daha geldi ikindi vakti. “Çılgın kız ve senin oğlan kavuştular. Hikâyenin devamı zamansızdı. Bizim için zaman birimiz ölene kadar durmuştu. Hoşça kal Cevat Amca.“ 

Sonra bir tane daha… “Arabam Kız Kulesi’nin karşısında.”