Sayın Balmes, öncelikle, Türkçe e-dergimiz “Mikroscope” adına röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Frankfurt Kitap Fuarı’nda sizinle tanışmak çok güzeldi. Fuarda geçen yorucu günlerin ardından şu anda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
S. Fischer, Frankfurt merkezli bir yayınevi. Ben de yakında yaşadığım için, ofise giderken kullandığım tren fuar merkezinin önünden geçiyor. Yılın 51 haftası boyunca, bu yolculuklar beklenti içinde geçiyor, ancak birçok arkadaşımızın şehrimize gelmesini kutlamak için sadece bir haftamız oluyor. Fuarın ardından herkes yorgun düşüyor, şehir boşalıyor ve bir kayıp hissi yaşanıyor.
İzninizle, çocukluğunuzdan başlamak istiyorum: Büyüdüğünüzde edebiyatla iç içe olmak çocukluk hayaliniz miydi yoksa tamamen farklı bir şey mi olmak istiyordunuz? Edebiyat kariyeriniz nasıl başladı?
Çocukken orman bekçisi olup hayvanlara göz kulak olmak ve ormanları korumak isterdim. Ergenlik dönemimden ilk hatırladıklarım, Rachel Carson’un “Sessiz İlkbahar”ına benzeyen kitaplardı. Ancak biyolojinin, en az %90 oranında, kimya olduğunu öğrenmemle birlikte, merakım değişip insan aklına yöneldi. Akıl konusunda edebiyattan daha iyi fikir verebilecek bir şey olabilir mi? Bu yüzden Hermann Hesse, Tolkien, Heinrich Böll, Max Frisch, Ingeborg Bachmann (Bitmemiş romanının ciltleri daha yeni yayımlandı.), John Berger gibi yazarların ciddi okuyucusu oldum. Önce şiirle başladım ve edebiyata şiirle başlayan okurlarla düzyazı kapısından giren okurlar arasındaki farkı daima ayırt ettim. Michael Krüger, şüphesiz ki, şiir kapısından girmişti. Ondan bir şeyler öğrenebildiğim için kendimi ta en baştan şanslı hissediyordum. Kendisi ile 1984 yılında tanıştık ve arkadaş olduk.
1999 yılından bu yana, Frankfurt’taki S. Fischer’de, uluslararası edebiyat alanında editör olarak çalışıyorsunuz. Tarihi 1886’ya kadar uzanan, Almanya’nın en tanınmış yayınevlerinden birinde çalışmak nasıl bir duygu?
S. Fischer’de çalışmak, elbette ki bir onur ve ayrıcalık. Ama böyle şeyler aramızda kalsa daha iyi. İş arkadaşlarımın çalışmaları ve oluşturdukları geleneğin yanında, merak dolu bir arı kovanı anlamına gelen S. Fischer; günümüz dünya edebiyatının en yoğun kesişme noktalarından birinde çalışma imkânını sundu bana – iş arkadaşları, yetenek avcıları, çevirmenler ve yazarlar: inanılmaz bir veri girişi! Ve bazen yazarlar çok zor şartlar altında yazmak zorunda kalır: Ahmet Altan’ın gösterdiği cesarete, metanete ve enerjiye hepimiz hayran kaldık: Hapiste olmasına rağmen, okuyucuya iyi bir amaç uğruna mücadele etmesi için ilham veren iki kitap yazdı. Münihli direnişçiler Hans ve Sophie Scholl adına verilen ve en saygın edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Geschwister-Scholl-Ödülü’nü Almanya’da aldı kendisi.
Yayıncılık bağlamında, Almanya’yı diğer ülkelerden ayıran özellikler nelerdir?
Almanya, Avrupa’daki en büyük kitap pazarlarından biri ve kitap fiyatlarının sabit olması sebebiyle de en sağlam olanı. Bizim gibi edebiyat yayıncıları için, yazarlara ve eserlerine, bağımsız kitapçılara ve az sayıdaki zincirlere odaklanmak çok önemli. Amazon önemli bir paya sahip, ancak ABD veya İngiltere’de olduğu kadar boğucu oranda değil. Pandemi sürecinde, fiziki satış noktaları beklenmedik derecede iyi iş yaptı. Kitap sözleşmeleri ve küçük ölçekli baskılar uluslararası standartlara uyum sağlamakta.
Kitap fuarının “Carloz Ruiz Zafón’u Anma” etkinliğinde, Zafón’un sadece iyi bir romancı değil, aynı zamanda da iyi bir müzisyen olduğunu belirttiniz. Açıkçası, kendisinin bu kadar iyi piyano çalabildiğini bilmiyordum ben. Dahası, romanlarında yaptığı bina tasvirlerinin, mimariye olan aşkından kaynaklandığının farkında değildim. Bu yüzden, etkinlikte konuşan ve bu bilgileri Zafón’un okuyucuları ile paylaşan herkese, sizin şahsınızda teşekkür etmek isterim.
“Rüzgârın Gölgesi”, “Meleğin Oyunu” ve “Cennet Tutsağı” kitapları ile Carlos Ruiz Zafón; Türk okuyucuları tarafından tanınan bir romancı. Bu noktada, özellikle “Rüzgârın Gölgesi” isimli romanının hayranı olduğumu itiraf etmem gerekiyor! Ve yanılmıyorsam Almanya’da yayımlanan Zafón romanlarının editörü sizsiniz. Onunla çalışmak nasıl bir duyguydu?
Carlos nazik bir ruha sahipti – bunu doğaçlama çaldığı müzikler gibi, romanlarında çocuklara ve kadınların yaşamına gösterdiği özende de fark edebilirsiniz. Ayrıca, romanlarında bir parça sıkıntı çekmek zorunda kalan yazarlara karşı da şefkat göstermiştir. Şehirde dolaşırken ya da arabayla seyahat ederken yazılmış veya yazılmamış romanlarının geçtiği ya da geçeceği noktaları gösterirdi – eşiyle ilk kez karşılaştığı villa gibi. Gün ışığında her şey parlak gözükürdü ama daima karanlık bir enerji de vardı: Barselona’yı ne kadar sevse de, Franco yıllarının büyük bir hasara yol açtığını ve yaraların hâlâ kapanmadığını hissediyordu. Bu kadar çok pencerenin ardında, kötülüğün pusuya yattığını hissediyordu. Ejderhalar onun saplantılarından biriydi; Barselona’nın her köşesinde onları görebilirsiniz. Kendisi onları komik figürler olarak çizmeyi seviyordu ama onların, sadece Aziz George tarafından alt edilebilen, şiddete meyilli doğasını da asla unutmadı.
Zafón, neredeyse her ocak ayında, ailesini görmek için Los Angeles’tan Barselona’ya geldiğinde siz de onunla görüşüyordunuz. İki iyi arkadaş olarak, Barselona’ya her geldiğinde neler yaptığınızı, nasıl vakit geçirdiğinizi merak ediyorum. Ve çok özel olmazsa eğer, Barselona’yı ziyaret etmek için neden özellikle ocak ayını tercih ettiğini de açıklayabilir misiniz?
Noel’de hem kendi ailesini hem de eşinin ailesini görmek için gelirdi. Üç Kral Günü (bebek İsa’ya bağlılık yemini etmek üzere Doğu’dan gelen üç kral için kutlanan bayram), Barselona’da Hediyeleşme Günü kadar önemlidir: Çocuklar hediye yağmuruna tutulur ve Barselona’nın eski kısmında Üç Kral Günü yürüyüşü gerçekleştirilir. Genellikle o gün orada olurdu. Asla kaçırmadığı bir başka gün de, 23 Nisan’daki Aziz George Günü’ydü: Aziz George, Katalanların ve âşıkların koruyucu azizidir, bu yüzden aşkınız için bir gül ya da bir kitap taşımanız gerekir. Aziz George Günü’nde, şehirde çok sayıda kitap okuma ve imzalama etkinliği olur, ki bu, Carlos’un kaçırmak istemediği büyük bir olaydı. Dolayısıyla yeni bir kitap yazdığında ilkbaharda tekrar gelirdi. Benim ziyaretlerimde de, bir sonraki kitabı için önemli olan yerlere giderdik – geri gelmesinin bir diğer sebebi, ayrıntıların doğru olmasını istemesiydi (O duvarın üstünden atlayabilir mi?), atmosfere girmek isterdi (Orta Çağ’dan kalma bir salon gibi boyanmış pencerelere ve ağır mobilyalara sahip eski otelin lobisi). Bazen keşfedilmeyi beklediği yerlere giderdik. Tibidabo’da, teleferik makinistlerinin gösterdiği ilginin tadını çıkarır, şehir turuna çıkmış turistlerden keyif alırdı: Turistler onun fotoğraflarını çeker, o da onlara gülümserdi.
Bana olay örgülerini anlatır, geleceğe dair planlarından bahsederdi. Kitapları hakkında konuşur ve onların geçtiği yerlerde yürürdük. Ama esas, müzikten konuşunca birbirimizi iyice tanıyorduk sanırım. İşte bu noktada profesyonel sınırlarımız kalkıyordu. İkimiz de Keith Jarrett hayranıydık ve “Batman”, “The Dark Knight” gibi gişe rekortmeni filmler de dahil olmak üzere, yüzlerce filmin müziğini yapmış olan, Oscar ödüllü, Almanya doğumlu besteci Hans Zimmer Los Angeles’da onunla aynı mahallede yaşıyordu. Arkadaş gibiydiler ve onları, gizemli Moog sintisayzırlardan ya da uğursuz film platolarının duygu yüklü arka sokaklarından bahsederken dinlemiş olmayı çok isterdim. Kim bilir, belki de birlikte müzik yapmışlardır. Umarım.
John Berger ve Barry Lopez’in eserleri ile Robert Hass, W. S. Merwin ve Martine Bellen şiirlerini İngilizceden Almancaya tercüme ettiniz. Sizin için düzyazı ile şiir tercüme etmek arasındaki temel fark nedir?
Düzyazı ya da şiir çevirisi yaparken dilin ve içeriğin peşinden gitmelisiniz, ancak bunların ağırlıkları farklıdır – şiirde dil ve ritim öne çıkarken düzyazıda içerik daha önemlidir.
Yayımlanmadan önce, bir kitabın kalitesini nasıl değerlendirirsiniz?
Bu oldukça zor ve bunu kendime izah edebilseydim sevinirdim. Her zaman bir sürpriz vardır ve çoğu zaman bu sürprizi kelimelere dökmek için beklemem gerekir çünkü bunun bir kısmı, kitap ya da romana (Yayımladıklarımın neredeyse hepsi kurmacaydı.) karşı duygusal bir tepkidir. Bu sürpriz ânı sonraki okumalarda güçten düşmüyorsa eğer, kesinlikle iyi bir kitap demektir ve çoğu zaman çalışma arkadaşlarım da bana katılır. Ancak kitaplara verdiğimiz tepkiler, şarkılara verdiklerimiz gibi çok katmanlıdır – varlıklarını anlamaya çalışırsınız, size anlattıkları hikâyeyi anlamaya çalışırsınız ama çoğu zaman bir şarkıyı tekrar dinlemenizin sebebi, onun duygusal değeri ya da hatırlattığı bir anıdır. Kitaplar için de aynısı geçerlidir.
Editör olarak, yazdıkları üzerinden yazarın anlatmak istediklerini ne ölçüde anlayabiliyorsunuz? Yazdıklarının daha anlaşılır olması için, bir yazarla yaptığınız çalışmalardan örnek verebilir misiniz? (Yazarın ismini vermenize gerek yok tabii.)
Yazar kendi eserini içeriden görür, onu dışarıdan gören ise okuyucudur. Editör (yazarın sevgilisi değilse), genellikle bu bakışa sahip olan ilk kişidir: Dışarıdan bakıldığında birçok şey, içeriden görüldüğünden farklı olabilir. Bu durumda, olması gereken, yazar ile editör arasındaki görüşmelerle bu iki perspektifin birbirine yaklaşmasını sağlamaktır. Bu sürecin verimli mi olacağı yoksa zor mu geçeceği, iki kişilik arasındaki ilişkiye bağlıdır – genellikle zor başlar ancak verimli şekilde sonuçlanır. İşin iyi yanı, çoğu tartışmanın kitap henüz tamamen bitmeden yaşanmasıdır. Bu sayede editör işin gelişimine bakma şansına sahip olur ve bazen yönlendirmeler yapabilir. Editör bazen de yazarın işine tanıklık etmek için oradadır. Çok sık yapmamış olsam da, John Berger’i ziyaret ettiğim zamanlarda, yemek masası toplandıktan sonra ve kadehlerde brendi varken, rastgele birkaç sayfa seçer ve oradan yüksek sesle okurdu. Sonraki haftalarda bana tepkilerimi sorardı – birçok yazar gibi o da, aynı anda çok sayıda başlangıç noktasından başlar ve bir yapı geliştirmek için zamana ihtiyaç duyardı. Önce kitaba giden farklı yolları keşfetmesi gerekirdi. Bu noktada editör –başka kitaplarla ilgili tepkilerine ve deneyimlerine dayanarak– yazarı dinleyebilir, ona tanıklık edebilir ve tavsiyelerde bulunabilir.
Editörlüğünü yaptığınız ve kısa süre önce yayımlanan bir eserde ciddi bir hata olduğunu fark etseydiniz ne yapardınız?
Bir brendi içerdim, kimse fark etmesin ya da ilk baskısı hemen tükensin de yeniden basabilelim diye dua ederdim. Şu ana kadar şanslıydım, gerçekten utanç verici bir şey gelmedi başıma ve mesleğe ilk başladığımda yaptığım hatalar da çoktan unutulup gitti – ama bu elbette olabilir ve bazı durumlarda yayıncılar yeniden baskı yapmak zorunda kalabilir. (Hataların ilk onu içinde en kötüsü, yazarın adının yanlış yazılmasıdır.) Eğer bir istatistikteki rakamlar hatalı ise ya da kitabın kahramanının adı bir sayfada yanlış yazıldıysa küçük bir yanlış-doğru sayfası basarak kitaplara yapıştırıyoruz.
Bir metinde anlatılmak istenen ile gerçekte anlaşılan arasında bir çelişki fark etseydiniz ne yapardınız? Bunu nasıl düzeltirdiniz?
Bu konuyu tartışırız. Belki benim gözümden kaçmıştır. Belki bir ara yol buluruz. Çoğu zaman çözüm bu olur.
Tercüme etmekle ya da editörlüğünü yapmakla asla ilgilenmeyeceğiniz kitap türü var mı?
İçinde yaz dışında bir şey olmayan bir yaz tatili kitabı tercüme etmem sürpriz olur. Aynı şekilde, sadece et üzerine yazılmış bir yemek kitabı ya da tiranlığı öven bir kitap üzerinde de çalışacağımı düşünmüyorum.
Size göre bir kitap editörünün sahip olması gereken en önemli nitelikler nelerdir? Ve bu nitelikler, anadilde yazılmış bir eserin editörlüğü ile tercüme edilmiş bir eserin editörlüğü arasında farklılık gösterir mi?
Sabır ve dinlemesini bilmek. Muhakeme yeteneği ve iyi bir göze sahip olmak. Anlayışlı ve zevkli olmak. Ama hiçbir zaman hep aynı düzeyde performans göstermeyi bekleyemezsiniz. Bir tercümenin editörlüğünü yaparken sizden önce yürünmüş bir yolda ilerlersiniz; metin oradadır ve bazen yanlış yazılmış bir isim ya da mimari hata gibi küçük yanlışlar bulabilirsiniz: Ev birden şehrin güneyine gider, artık daha batıdadır. İşiniz, metnin diller arasındaki yolculuğuna odaklanmak, doğru çevirmeni bulmak ve kayıt stüdyosundakinin değil, diller arasındaki ses mikserinin başına oturmaktır – Almanca yazılmış bir metnin editörlüğünü yaparken yolun nasıl açıldığına dikkat ediyorum ve bazen yardımcı olabiliyorum. Editör olarak daha aktifim – hem içeriğe hem de dile dikkat etmem gerekiyor.
Redaksiyon, bilgilerin teyit edilmesi ya da kaynak kontrolü gibi tekrarlanan işleri yaparken motivasyonunuzu nasıl koruyorsunuz? Bunların hepsini kendiniz mi yapıyorsunuz yoksa bazılarını başkalarına mı yaptırıyorsunuz?
Büyük bir yayınevinde çalışmanın iyi tarafı, etrafınızda bir ekibin olmasıdır. İyi bir düzeltmen sayılmam. Verilerin kontrolü konusunda daha iyiyimdir, en azından kendi kitabımı yazana kadar böyle olduğumu düşünürdüm. Çok fazla veri var, birdenbire temkinli davranmam gerektiğini hissettim. Kitap dizgiye gittiğinde editör orijinal metni o kadar çok okumuştur ki, yanlış yazılmış kelimeler gözüne hata olarak görünmez artık. İşte bu yüzden işi uzmanına bırakmak daha iyidir.
Okuyucular tarafından fark edilen bir hatayı ya da bir halkla ilişkiler krizini nasıl yönetirsiniz?
Basın danışmanımızı arar ve onun anlatacaklarını dinlerim. Ardından tüm soruları cevaplamaya ve öğrenmeye çalışırım. Bazen dikkate almanız gereken, belirgin bir hatadan ziyade karşınızdakinin egosudur.
Size göre, editörlüğünü yaptığınız bir kitap için “başarı” tanımı nedir?
Eğer elimizdeki kitap için hedeflenen tüm okurlara ulaşabildiğimize inanırsam bu benim açımdan başarıdır. Sayı da kitabına göre değişir. 30.000 de olabilir, 1.200 de.
Birlikte çalıştığınız bir yazara, yapıcı geri bildirimi nasıl verirsiniz?
Yazarı, kitabı anladığınız ve onunla aynı tarafta olduğunuz konusunda ikna etmelisiniz. Bu noktadan sonra karşınızdakini kırmadan eleştiri yapabilirsiniz. (Çoğu zaman yazarlar, eserlerini çocukları gibi gördüğünden alıngan oluyorlar.)
Ve son olarak, sizin yazdığınız kitaptan “Ren – Bir Nehrin Biyografisi”nden bahsetmek istiyorum. Böyle bir kitap yazmak, nereden aklınıza geldi? Bir başka Alman yazar ve yayıncı, Michael Krüger, bu kitap için “Nehirler bize gerçekten dağlardan, manzaralardan ve şehirlerden fazlasını söyleyebilir mi?” diye bir yorum yapmış. Söyleyebilir mi?
Nehirler müthiş bağlayıcılardır: İnsanları ve manzaraları birbirine bağlarlar; balıklar, yosunlar, yengeçler ve kuşlar için göç rotalarıdır. Nehirlerin hafızaları müthiştir: Diplerinde her şeyi bulabilirsiniz; tarihi ve geçmişi muhafaza ederler; çağları ve devirleri birbirine bağlarlar. Bağlayıcılar ve hatırlatıcılar çok iyi hikâye anlatıcılarıdır, nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini anlatırlar bize. Ren hakkında yazmak, biyografimle (Ren ve Moselle’de doğup büyüdüm.) ailemizin hikâyesi arasında yeniden bağ kurma fırsatını verdi bana; aynı zamanda neredeyse Avrupa kıtası ile yaşıt olan nehrin jeolojik geçmişini inceleme ve “Antroposen” denen geleceğini de görme fırsatı buldum. Daha sonra suyun sessizliğine ve mırıltısına, kuşlarının cıvıltısına ve gümüş rengi balıklarına geldi sıra. Sanırım Ren, hayatın modeli benim için.
Sayın Balmes, sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkür ederim.