1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

 

İstanbul gibi vahşi bir şehirde ardımızda bıraktığımız yaşamlar, Truva Savaşı’nı anlatan İLYADA DESTANI ise; her sabah evimizden çıkıp akşam geri dönene kadar yaşadıklarımız, aynı savaş sonrası krallığı İthaka’ya dönmek için çabalayan ve bu yolculukta başına gelmedik kalmayan Odysseus’un, ODYSSEİA DESTANI’nda aktarılan hikâyesidir.

 

İyonya’da M.Ö. 8. yüzyılda dünyaya gelen ve her iki destanın da derleyicisi olan Homeros; İstanbul’da M.S. 21. yüzyılda bir kez daha doğsaydı eğer, güncellemek zorunda kalacağı ODYSSEİA’sında her birimiz kendi İthaka’mızın kralı veya kraliçesi olurduk. Truva Savaşı’ndan kaçmak için kılı kırk yaran ancak bu çabasında başarılı olamayan Odysseus gibi, sabah karanlığında omuzlarımız düşük ve başlarımız eğik hâlde, işe gitmek için yollara düşerdik. “Amaca giden her yolun mübah olduğunu” düşünen aramızdaki bazı ahlaksızlar Truva Atı planlarını devreye sokarken, kimimizin aklına bile gelmezdi bu tarz hinlikler. O temiz yürekliler oklarla, yaylarla, babalarından kalma yol ve yordamlarla savaşı kazanacaklarını sanarken hâlâ, atı alan Truva’yı geçerdi. Hades korkusu nedir bilmeyen ve yemeye doyamadıkları lotus bitkisi yüzünden ayarları iyice şaşanlarımız ise, haksız kazançların ve ölümlü unvanların esiri olur fakat algıları ve ruh hâlleri yüz seksen derece değiştiğinden, bunun farkına bile varmazlardı. İş yerlerinde ayak kaydırmaktan usanmayan tek gözlü devler, onca gayretlerine rağmen emellerine hâlâ ulaşamamışlarsa, babaları Poseidon’dan destek alır ve tek derdi evlerine sağ salim dönmek olan biz Odysseus’ların yolculuğunu zorlaştırmak için ellerinden geleni yaparlardı. Kapitalist sistemin yamyam Laestrygon’larından canlarını zor kurtaranlarımız ise, bu sefer de acımasız İstanbul trafiğine kendilerini kurban ederlerdi. Ve karanlık çöktü mü evine sağ salim erişebilenler; nefslerine yenilmeyip bu badireleri atlatanlar arasından çıkardı, destanın sonunda İthaka’daki krallığına varıp karısı Penelope ve oğlu Telemakhos ile mutlu ve huzurlu bir hayat süren Odysseus gibi.

 

Eve dönmek huzur demektir. Dinginliktir. Mahremiyettir. Eve dönmek, dört duvarı ve bir çatısı olan konuta dönmek değildir sadece. Özüne, kendine dönmektir. Evi ısıtan, onu yuva hâline getirdiğin detaylara dönmektir. Evi “sen” yapan özelliklere dönmektir. Bu bazen duvara astığın yağlı boya bir tablo olur, bazen kanepenin üstüne öylesine attığın bir battaniye, bazen de uçuk mavi bir perde… Evin, çok “akıllı” olması filan da gerekmez. Kendini rahat ve huzurlu hissetmen yeterlidir orada.

 

Ayrıca, bilimsel bir dayanağı var mı, emin değilim, fakat dışarıdaki hayatlarımız ev dekorasyonundaki tercihimiz ile ters orantılı gibi geliyor bana: Evin dışındaki dünya bizim için karmaşıklaştıkça, minimalist dekorasyona olan eğilimimiz artıyor sanki. “Az eşya ile mutlu ol” fikri, daha cazip bir hâl alıyor. Eşiğimizin ötesindeki zor şartları, kendi yaşam alanımızın dahilindeki ferahlık hissi ile dengelemeye çabalıyor gibiyiz. Çalışmak istemediğimiz işlerden, üstümüzden atamadığımız sorumluluklardan, sürdürmek istemediğimiz akrabalık ilişkilerinden, ayıklayamadığımız tanıdıklardan uzaklaşamadıkça, evlerimizdeki gereksiz eşyalardan kurtulma yoluna gidiyoruz. Modern yaşamın karmaşasına karşı oluşturduğumuz, bir tür savunma mekanizmamız bu yani. Ham ve rustik malzemeler kullanarak, toprak ve taş tonlarındaki yumuşaklığı yakalayarak doğaya geri dönmekten, uzun zamandan beri uzak kaldığımız evlerimize tekrar kavuşmaktan başka bir şey değil gayretimiz. Savaşmak için önce evi İthaka’dan ayrılan, sonra da ona ulaşmak için olmadık engelleri aşmaya çalışan Odysseus gibiyiz hepimiz… İthaka’sında, Penelope ile Telemakhos gibi bekleyenleri olanlarımız ise en şanslılarımız…