23 yıldır hayatta bir anlam arıyorum ve anlam yaratmaya çalışıyorum. Hikâyeler, kelimeler ruhumun karanlık ve tutkulu bir tarafından akıyor. Kelimeler ile buluştukça kendimi keşfediyorum.

“Kendimi bir falcının ezbere herkese söylediği kalıp cümleleri gibi hissediyorum. O kalıbın içinden çıkamıyorum. Aksi kadın! Hiç yeni cümlelerle süslemiyor el falının cazibesini. Belki tarot falı baksaydı daha farklı olurdu cümleleri, kalıpları daha müsait olurdu yeni kelimelere. Oysa o abrakadabranın bile kökenini bilmiyor eminim. O da bir maske seçmiş kendisine, kim bilir zaman dediğimiz illüzyonun hangi anında seçti kendi gerçekliğini.” dedi. 

 

Şaşırdım, ne diyebileceğimi bilemedim, benim alışık olduğum cümleler değildi bunlar, hele ki bir tren garında böyle bir sohbeti hiç beklemezdim. Ki insanlar artık birbirine yabancılaşmışken, en fazla peronun yerini veyahut trenin, lavabonun yerini sorarken bir yabancıyla böyle konuşmaya nasıl cesaret edebilmişti. 

 

Bana seslenmişti “Pardon! Beyefendi! Cüzdanınızı düşürdünüz.” Vaktim olduğu için teşekkür etmek amacıyla kahve içmeyi teklif etmiştim ve o da hiç acelesi olmadığını söyleyerek teklifimi kabul etmişti. Şimdi bu cümlelerle karşı karşıyayım, ne diyebilirdim?

 

Hiç falla ilgilenen birine de benzemiyordu, boynunun omuzlarıyla birleştiği yerde saçları da birleşiyordu, kaybolmuş gözüküyordu hepimiz gibi ama o, kaybolmuşluğunu hiç saklamıyordu. Hepimiz bir yere yetişmek için böylesine koştururken gerçekten de dediği gibi hiç acelesi yokmuş gibiydi. 

 

Ben de yaratılış itibarıyla biraz meraklı bir adamdım, bu nedenle sıradan diyalogların dışına çıkıp onun oyununa dahil olacaktım. “Kalıplar bir bakıma iyi değil midir? Tanımları belirtir. Zaman bizim icadımız ise şayet bu bize aynı zamanda onu yönetme gücü vermez mi?”

 

Gülümsedi, iki taraflı bir gülümseyişti. “Sen de üzerindeki takım elbisenin kalıbını iyi taşıyorsun ama benim kravatına bakarken boynum sıkılıyor, hem kalıplar sınırlardır düşüncelere dayatılan, kalıplar sıkıyor en çok benim canımı, onlara takılmadan, dahil olmamaya çalışarak örüyorum düşünce ağlarımı. Zihnimin içerisinde olabildiğince özgür olmaya çalışıyorum çünkü gerçek hayatta (!) bize bunun için çok fazla alan kalmadı. Zaman bizim icadımız diyelim, onu yönetme gücü gerçekten senin ya da benim mi?”

 

Biraz agresif hissettim, hem kalıpların sınırlarından bahsedip hem de üzerimdekilere bakarak nasıl bir kalıba sokmuştu beni? “Modern bir beyaz yakalı, hatta modern bir köle miyim senin için? Senin önyargıların nasıl bir kalıba soktu beni?”

 

Güldü, yine. 

 

“Hangimiz köle değiliz ki bu modern çağda?” Saçını yana attı, dalgalı saçları bütün vahşiliğiyle kabardı. “Hem benim demek istediğim kesinlikle bu değildi ki… Sen seçtiğin rol ile kusursuz bir uyum içinde gözüküyorsun, oysa ben her seçtiğim rolde bir süre sonra hep eğrelti durdum; ben hiç bu dünyaya, seçtiğim dünyalara yakışmadım. Seçtiğim her sahne için büründüğüm her rolde bir süre sonra cenazemi verdim ve gidene kadar yaşayan bir ölüye dönüştüm.” 

 

Neredeyse soluksuz ve art arda böyle cümleler kurmayı bu yaşta nasıl öğrenmişti? “Kaç yaşındasın?” diye sordum. 

 

Güldü. “Sanırım on beş savaş yarası yaşındayım, sen?” Aptala döndüm yine gerilmiştim, saatime baktım daha trenime bir saat vardı. Sigara yakmak istedim, oyununa dahil olmak canımı sıkmaya başlamıştı. İnsanları izledim kalabalıktı, hem aynı hem de birbirinden apayrı insanlarla dolup taşmıştı tren garı. 

 

Bankların hepsi doluydu; arkadaş grupları, çiftler, aileler, birbirine yabancı telefonuyla uğraşan insanlar, ayakta dolanarak sigara dumanıyla bir iz bırakan kişiler, sarılanlar, hatta ağlayanlar. Tren garında yaşanan, yaşanmış, yaşanabilecek sayısız hikâye içinden benim şansıma da böyle bir hikâye denk gelmişti.  

 

“Ben dümdüz 35 yaşındayım. Sanırım senin canın sıkılıyor, bir şekilde insanlarla tanışıp kurduğun süslü cümlelerle ilgi çekmeye çalışıyorsun.” Gözlerini büyüterek baktı “Nasıl yani senin hiç hayatla bir savaşın olmadı mı? Mesleki kaygıların, maddi çıkarların dışında hiç mi bir düşün, anlam arayışın olmadı?” 

 

Benim, canını kasten sıkmak için söylediğim cümleler ona hiç işlememiş, aksine saf bir hayretle ve merakla bana bakıyordu, sanki garip olan o değil de benmişim gibi. Ayağa kalktım ileriye doğru iki adım attım, sol elimi saçlarımın arasından geçirdim, saçlarımın arasında beni rahatlatacak bir şey bulabilecekmişim gibi. Havayı içime çekerken gözlerim gökyüzüne boş bir bakış attı, sanırım orada da bir cevap aradım. Saate baktım, trene 15 dakika kalmıştı. Bu konuşmayı sanırım asla unutamayacaktım. 

 

Tam geriye dönüp bu ilginç ve kısa hikâyeyi sonlandırmaya karar verdiğimde bir ufaklığın bana seslenişi ile durdum. “Pardon! Beyefendi! Cüzdanınızı düşürdünüz.”