Bugün Zeytin Dalı’nda Dejavu diyoruz, konuğumuz sevgili Menekşe Toprak. Menekşe Toprak’ı kısaca tanıtmak gerekirse, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Berlin ve istanbul’da yaşıyor ayrıca radyo gazeteciliği de yapıyor kendisi. Çok sayıda kitabı var; Valizdeki Mektup, Hangi Dildedir Aşk, Temmuz Çocukları, Ağıtın Sonu, Arı Fısıltıları… Ödülleri de var; Ağıtın Sonu adlı romanı 2015 yılında Duygu Asena Roman Ödülüne, Arı Fısıları romanı ise 2019 Ankara Üniversitesi Roman ödülüne değer görüldü. Şimdi Menekşe bizlerle.
Müge İplikçi: Suat Derviş’i 30’lu yıllarda takip ederken 2020’nin dinamiklerinin ortak yanlarına götürüyorsunuz bizi. Neler onlar? Özellikle kadınlık ve toplumsal cinsiyet noktalarında nelerin ortaklığını görebiliriz?
Menekşe Toprak: Dünden bize gelen bir sese yaklaşmak istedim. Bugünden yola çıkarak yaklaşmak istedim, bir tarihi roman yazmak istemedim. Çok cazip bir şey tabii tarihi bir roman yazabilmek, o atmosfere girebilmek de çok çekiciydi, bu bölümler de var. Benim edebiyatım, yazdıklarımı bilenler bilir, daha çok meselesi olan metinler. Bu güne kadar yazma nedenim sanırım bu, yani bir meselenin peşinden, bir sorunun peşinden giderek yazabiliyorum. Sorularımla yaklaşabiliyorum metinlerime ya da öyle çıkabiliyor metinler. Dolayısıyla bu metin de ancak benim sorularımla… gerçekten de unutulmuş bir Suat Derviş’in peşine düştüğüm için hatta “Neden unutulmuş?” sorusuyla da bu metin oluştu. Bu soru olunca aslında ben o unutulmanın başlangıcına gitmek istedim. Onu Suat Derviş’in kendi hikayesinde aramak istedim. Böyle olunca da aslında unutulmak biten bir şeyle başlamaz, başlamış olanla başlayan bir süreçtir ve sonunda da unutulur. Biraz onun nasıl olduğuna dair bir kazı çalışması yapmak istedim. Yazı-kazı çalışması bu aynı zamanda ve bunun da ancak bir akademisyenin yapabileceğine karar verdim. Aynı zamanda ailemde de çok sayıda akademisyen var. Bunun da getirdiği bir bilgi birikimi yahutta kendiliğinden bir durum oldu ama her şeyden önce de tam bugünle çatışan çok önemli gelişmelerle de ilintili. Çünkü Berlin hikayesi yazıyorum ve Berlin’de gerçekten de son yıllarda Türkiye’den giden ve orada çeşitli projelerle işsiz bırakılmış, Türkiye’de işsiz bırakıldığı için de Berlin’e gitmek zorunda… Berlin değil sadece başka kentlerde de yaşayan Türk akademisyenler var, biraz da bu döneme denk gelen bir hikaye oldu. Ben bir akademisyenin, Suat Derviş’in duraklarını da andıran, sesini de andıran bir hikayesi eşliğinde ve aslında onun kalemiymiş gibi anlatmak istedim. Bu yüzden de bu benzerlikler zaten romanın “Dejavu” ismini almasının en önemli nedenlerinden biri bu. O benzeşen sesler kadın olarak seslerimizin aradan geçen yüz yıla rağmen o benzeşen sesin, benzeşen duygulanım hayallerimizin, bir yandan da direnme durumlarının nasıl benzeyeceğini de anlatmak istedim. Şöyle bir benzeşme; hala devam eden erkek egemen söyleme karşı duygusal olarak dahil kendini koruma, duygusal ilişkide bile her defasında bir itirazla, içsel bir itirazla bir kadının kendini var etmeye çalışması. Bir doğallıkla değil ama her defasında günlük yaşantıda dahi bir itirazla kendini var etmek zorunda olması, bu bile çok önemli bişey. Biz hala bir şekilde onu da yapıyoruz, itiraz etmek zorunda kalarak bu hayatı sürdürüyoruz, sürdürmeye çalışıyoruz. Bu çok yorucu, ben bu hissin geçmişten gelen bir his olduğunu da anlatmak istediğim için yazıyla, bilinçaltıyla ilgilenen iki kadını bu yüzden bir araya getirdim. Bu günün genç bir kadının hikayesi ve durakları eşliğinde, daha çok duraklarındaki çağrışımlarla Suat Derviş’e yaklaşan, hikayesine giden ve gerçekten anlatan iki kadının farklı yüzyıllarda yaşamış ama duygusal olarak aynı duygulardan geçmek zorunda kalan kadınları yan yana getirmek istedim. Mümkün olduğunca doğal olmasını istedim ve okurlardan gelen tepkilerden de yazmak istediğim şeye yaklaştığımı anlıyorum.
Müge İplilçi: Nazım Hikmet’e mektupta Doğu- Batı farkına değinilmiş. Bunu biraz açalım mı?Mektupların içeriği genelde bu çerçevede akıyor. Neden?
Menekşe Toprak: Müge önce teşekkür ederim, hep sorulmasını istediğim soru buydu çünkü kitabın çok özü ve damarı burası bana kalırsa. Öncelikle neden Nâzım Hikmet’e bunu yazıyor, şunu söyleyeyim bu üç mektubu da ben yazdım. Arşivlerde bulunmuş ve soranlar var o yüzden açığa kavuşturayım, bunların hepsi kurgu ve roman gereği bunu yazmak istedim. Romanı tamamlayan bölümleri aslında. Suat Derviş’in Nâzım Hikmet’e aslında mektubu bu yüzden yazdırtmak istiyorum. Nâzım Hikmet bu şark zihniyetine, şarkiyatçılığa ilk karşı koymuş olan bir isim. Onu çok ünlü bir Piyer Loti şiiri var, şiirinde 19. Yüzyılın sonlarında istanbul’da yaşamış, hatta bizde bir Piyer Loti tepesi de vardır oradan esinle, aslında hiç görmediği harem üzerine, harem kadınları ile ilgili romanlar yazmış. Bunlar aslında romantize edilmiş metinler, yani şarkı romantize eden ama aynı zamanda öteki hale getiren metinler. Aslında şarkı anlatma hikayesi Batı mailinde her zaman olagelmiş ve buna ilk karşı çıkan da aslında Piyer Loti şiiriyle Nazım Hikmet olmuş. Nâzım Hikmet orada çok sert yazar bunu yani bu onun görmüş olduğu “tepsilerde raks eden sultanlar” gibi bir ifadesi var oysa bir şarklarda insanlar sokaklarda köle gibi ölmektedir. Şu anda aklımda tam şiirin kendisi yok, burada bir yere not etmiştim. Şöyle bir şey var, “gümüş tepsilerde raks eden sultan” bu Nazım Hikmet’in şiiri. Mihrace padişah 1001 yaşında bir şah yani bu Piyer Loti’nin anlattığı şark ve buna çok karşı çıkar. Şöyle der Nazım Hikmet; şark üstünde çıplak esirlerin geberdiği toprak der, gerçek toprak şark budur der. Gerçi sonrasında Piyer Loti’yi, istanbul’u çok seven bir insan, bir yazar olduğu için de sonrasında kendisine çok sert davrandığım da Nazım Hikmet bir şekilde söyler. Çok sert olduğunu, haksızlık ettiğini Piyer Loti’ye ama yine de onun Piyer Loti’nin şarkiyatçı bir bakışla şarkı nasıl yazdığını da biliyoruz bugün. Suat Derviş’de aslında gittiğinde benzer bir şeyle karşılaşıyor Berlin’de. Benim aslında Suat Derviş Berlin’e gitmiş ve ünlenmiş dediklerinde ilk aklıma takılan şey buydu “nasıl, ne anlattı orada” çünkü şarka bakışı bilen biri olarak acaba yüz yıl önce İstanbul’dan, Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden Berlin’e gelen bir yazarı nasıl görmüşler, ne istemişler, ne yazabilmiş. Sahiden dedikleri gibi istediği romanları yazabilmiş mi, istediği metinleri yazabilmiş mi…Hayır çünkü Suat Derviş Butik Edebiyat’a göz kırpan bir kadınken gidip orada Türkiye’nin gerçeklerini yazmak zorunda kalıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunu yazıyor, Mustafa Kemal Paşa’yı anlatıyor, yeni kanunları anlatıyor ama en önemlisi de haremin ne olduğu ve ne olmadığını anlatıyor. Çünkü Berlin hâlâ geniş çapta Türkiye’nin kadınlarını haremde yaşayan kadınlar olarak görüyor ve buna itiraz ediyor aslında Suat Derviş. Bu kendisinden istenilenleri yazmakla birlikte bir itirazla yazıyor bunu her defasında “ben size bilgi vereyim” diye “gerçeği yazayım” diye yazıyor.
Müge İplikçi: Şunu söyleyeyim bence çok önemli, “O kadar mülakat verdim ama sıra romanlarıma gelmedi” diyor.
Menekşe Toprak: Bu benim kurgum fakat gerçek. Hakikati bilen biri olarak, Berlin’de yaşayan, bu hakikatle yüzleşen biri olarak söylüyorum. Bu gün böyle ise yüz yıl önce nasıldı diye düşünerek de yazmış biriyim. Bu anlamda Nâzım Hikmet’e bunu yazdırtmam gerekiyordu çünkü şarkiyatçılığı ilk eleştirmiş olan ve karşı çıkmış olan Nazım Hikmet’i de burada yâd etmek gerekiyordu.