İstanbul’da dünyaya geldi. Nişantaşı Rüştü Üzel Meslek Lisesi Aşçılık Bölümü mezunu. Üniversite öğrenimini Bilgi Üniversitesi Aşçılık Bölümü’nde tamamladı. Anadolu Üniversitesi Marka ve İletişim Bölümü’nde eğitimine devam ediyor. Aşçılık kariyerinin yanı sıra Newslab Atölye’den kamera eğitimi aldı. Sonrasında editörlük eğitimi alarak medya alanında eğitimlerine devam etti. Mikroscope Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Eşzamanlı olarak Minoa Village Restoran’da da çalışmaktadır.

Sahada haber yapmak için görevlendirilen bir gazeteci olarak oradaki insanlarla dayanışmak, ilk etapta söz konusu oldu mu? Nasıl?

Şimdi önce bunun hattını bir çizmek lazım kısaca; gazetecinin işi başta dayanışmak değil, bunu hepimiz biliyoruz. Gazeteci gittiği yerden halkın sesini aktarandır. Bu, Türkiye’deki bugün halen iyi olarak sayabileceğim birkaç iletişim fakültesinde ilk derslerde öğretilen şeylerden biri. Yani biz oraya bir parçası olduğumuz bu halkın sesini duyurmak, durumunu anlatmak, ihtiyaçlarının neler olduğunu gösterebilmek için gittik. Bir parçası olduğumuz bu halkla dayanışmak bir yurttaş olarak elbette ki görev ama gazeteci olduğumuzda nesnelliğinizi koruyabilmek için biraz mesafelenmek gerekiyor. Orada şöyle bir soru daha doğuyor: “Gazeteci insan mıdır?” Evet, buradan baktığınızda böylesi büyük bir yıkımda o acıyı hissetmemek, öyle bir meseleye mesafelenmek, uzak kalmaya çalışmak çok zor. Bunu her zamankinden daha az yapmak gerekiyor. Döndükten sonra bunu söyleyebilirim.

Halkla söyleşi yaptığım kişilerle sarılamıyorum. Yani şöyle sarılamıyorum, arkadaş olmuyorum genellikle onlarla. Çünkü onlar benim haber kaynaklarım. Ağlamıyorum genellikle anlatılan acılarda, ağlamamaya çalışıyorum. Onlardan biri olup meselenin gerçekliğini kaçırmamaya çalışıyorum normalde ama bu olağanüstü bir durum. Gaziantep İslahiye’de Şehit Zafer Yılmaz Apartmanı’nın önünde annesini bekleyen bir kadın ağlıyordu. Annesi o apartmana adı verilen askerin annesi, çocuğunun adını vermişler o apartmana ve şu an enkaz altında -tabii şehitlik mertebesine inananlar için- bir şehit annesi ve maneviyat orada aynı zamanda enkaz altında, ağır bir yük. Kadın bunu anlatmaya başladı bana, ben kayıtta değildim yani video çekmiyordum o esnada. Anlattı, anlattı, anlattı… Benim hatırladığım kadarıyla gözüm doldu. Sonra o ağlamaya başladı, tekrar baktık birbirimize ve birden başını göğsüme yasladı. Başını okşadım, ilk öyle yaptım çünkü böyle bir durumda kendi halkımıza mesafe koymak hem kolay değil hem de gerekiyor mu? Bugün böyle bir yıkımı gördükten sonra söyleyebilir miyim, emin değilim. 

Bir başka şey de mesela Meral Akşener’e orada bir soru sordum, bu soru için iyi bir yanıt olabilir. “Gazetecilere güvenlik tehdidi artıyor bölgede…” -artık yedinci gündü, pazar günüydü- “…siz ne düşünüyorsunuz?” Akşener böyle geldi, tak diye elimi tuttu. Biraz  nesnel bir mesele, Meral Akşener’in, bir siyasi parti genel başkanının gazetecinin elini tutması, gözüne bakması. O sırada bizi çeken diğer kameralar için tuhaf bir görüntü. Ben tabii kendimi korumaya çalıştım. Böyle biraz uzak durmaya çalıştım. “Siz de burada işte bizim gibi halkın sesini duyurmaya çalışıyorsunuz, milletin sesini duyurmaya çalışıyorsunuz…” Tabii kendi jargonuyla anlattı. Sonra düşündüm, acaba kötü mü bir şey oldu, kötü bir görüntü mü yani benim haberimin nesnelliğini etkileyecek bir görüntü mü verdim diye endişelendim. Sonra bunu meslek büyüklerine, birkaç arkadaşıma sordum. “Hayır, baktık o senin elini tutuyor”  dediler. Hani sen de böyle bir durumda böyle elini tutan birine yanıt veriyorsun. Yani bu şaşırtıcı değil. 

Son örnek olsun; ilk gün oraya vardığımız daha 30- 35 saat falan geçmiş depremin üzerinden. Çok fazla cenaze ya da yaşayan yurttaş enkaz altında hâlâ. Yardım yok, tuvalet yok, elektrik yok, su yok, yollar kapalı. O sırada en taze haliyle ilk 48 saatin, ilk 72 saatin içinde olaylar. Karşıdan Ayşe Acar Başaran’ı gördüm. Bakıştık, “Siz nasıl geldiniz?” dedi. Az çok benim yüzüme aşina olduğu belliydi. Ayaküstü konuştuk, durum çok kötüydü. Ayşe Hanım “kıyamet tablosu” olarak adlandırdı ve gözü doldu, benim de doldu çünkü sağına döndüğünde insanlar hâlâ enkaz altından poşetlenerek çıkarılıyorlar. Ambulanslar geliyor sadece cenaze götürüyor. Nurdağı ve İslahiye’de sadece cenaze götürüyorlar o sürede. Sonra giderken Ayşe Hanım ve ben birbirimize birden sarıldık. Sonra ikimiz de mesafeyi korumaya çalışarak ayrıldık. Kolay değil yani.

Sahada gördüklerin ile medyaya yansıtılan bir miydi?

Tabii ki değil, bizim yansıttıklarımız gerçeğe en yakın. Şunu sorabilirsin tabii: “Sen hepsini yazmadın mı?” Ben gördüğüm her şeyi yazdım, çektiğim her videoyu yayınladım. “Şükür Allah’a devletimizden razı olsun” diyen yurttaşı da yayınladım, “Devlet nerede, buraya yardım gelmiyor” diyen yurttaşı da  yayınladım. “Tuvalet yok” diyen yurttaşı da yayınladım. “Su yok, teyemmüm ile namaz kılıyorum” diyen yurttaşı da yayınladım. Yani neden gerçeğe en yakın diyorum? Burada bunun altını çok çok kalın çiziyorum ki, çıplak gözün gördüğünü gösterebilecek bir kamera yok henüz bu bölge için. 

Gaziantep merkezde durum biraz daha az hasarlıydı ama Nurdağı ve İslahiye’de gördüklerimi yazabilecek bir kalem, çekebilecek bir kamera yok. Yani bir kere aldığın cenaze kokusunu, yurttaşlarımızın cansız bedenlerini anlatabileceğimiz yayın yapamıyoruz. Yani onu gösteremiyoruz. Gördüklerimizin çok daha ötesinde ve gösterebildiklerimizin çok daha ötesinde bir yıkım, bir acı.  Sorduğun soruyu şöyle anlıyorum, medyada -yani ana akım denilen eski medyaya, bugün daha çok yurttaşa ulaşan yaygın medya- gösterilen hep mucize. Kilis’te otele gidebildikten -ikinci, üçüncü günden- sonra bir açıyorum televizyonu “Mucize… 70 saatte bir bebek çıkarıldı, 76 saatte bir kadın çıkarıldı.” Sadece mucize izliyorsun. Yani bu süreçte mucize haberciliği gibi bir şey icat ettiler. Depremin ilk yedi gününde, benim orada bulunduğum altı günde sadece bir yurttaş, İslahiye’de Cihangir Öğretmen. Ben onun dışında sadece cenaze gördüm.

Deprem bölgesindeki yerel gazetecilerin çalışma koşulları/ motivasyonları nasıldı, nelere şahit oldun?

Gördüm tabii ki. Gördüm ama birlikte çalışılacak bir ortam değil. Normalde gazeteciler şuna alışıktır. Bir grup eylem yapacak diyelim, derler ki Kadıköy’de şu meydanda, şu açıklamayı yapacağız. 

Biz de açıklamayı kimin yapacağına göre polis müdahale eder etmez biliriz. Olay ne kadar büyür büyümez, gündeme göre bilir, gideriz. Gazeteciler yan yanadır, eylemciler karşısındadır, polis gazetecilerin arkasındadır, müdahale edildiğinde biz çekeriz. Burada beklenen bir plan var. Orada her şey o kadar beklenmedik, o kadar çok enkaz var ki. Bir bina sağlam, yanındaki orta hasarlı, yanındaki ağır hasarlı. Oradan cenaze çıkmamış olabilir çünkü ayakta duruyor ama yanında enkaz var. Büyük bir çalışma sürüyor. Onun yanında bir enkaz daha var. Enkazlar, enkazlar… Enkaz var zaten bir şehir. Antep’te, Nurdağı ve İslahiye’nin zaten yarısı enkaz. Gazeteciler bir arada çalışamayacak durumda. Şu var, ben oradan yerel gazetecilerle sıklıkla telefonla görüştüm. Bu sürede yardımlarını istedim çünkü bölgeyi tanıyorlar. Biri Cumhuriyet’in eski muhabiri Bekir Şahin, biri de Telgraf gazetesinden Okan Bey’di. Onları aradığımda sürekli başka bir yerde olduklarını söylediler. Bekir Abi en son haberi bittikten sonra şehri terk edenlerden. Yani onlar için artık bir habercilik, kendileri depremi yaşadıkları için mümkün değil gibi bir şeydi. 

Deprem bölgesinde bir hafta boyunca haber yaparken nelere dikkat ettin? İnsanlarla mesafeyi nasıl sağladın?

Bu mesele de çok zor. Ben genel olarak  mesafeli bir insanımdır çünkü kendi bedenimle ve başkalarının bedeniyle ilgili… Biz çok tokalaşıp, çok sarılırız filan ya Türkiye’de, ondan bile çok hazzetmem. Onu genellikle yapmamaya çalışırım. Yapmak istiyorsam o kişiye, sevdiğimi bilir. O şehre ayak bastığın an görüyorsun. 80 saniye sürdü sanırım deprem, hadi üç dakika diyelim. Hayatın üç dakika sonra yok olabilir, ölebilirsin, enkaz altında kalabilirsin, yaşamaya devam edebilirsin. Her an evsiz kalabilir, tuvaletini bile yapamaz hale gelebilirsin. Bütün hayatım boyunca kurduğum her şey, şu an buradaki bu bardak, bu bardakta bu kahveyi içebilmek… Hakikaten bir nimet haline dönüşebilir. Bunu idrak ettikten sonra o mesafeyi de bitiriyorsun. Çünkü bunu her an, her yerde yaşayabiliriz. Türkiye’de belli ki hiçbir önlem yok çünkü bunun için.

Ben yine yaptığım haberlerde nesnelliğimi koruduğuma inanıyorum. Arkada dönüp ağladığım çok oldu, bir hafta boyunca ağladım. Az önce söylediğim bir sürü şey anlattım, yani insan olduğum için ağladım. Ama orada şu bana çok ağır geldi. Gazetecilikte, stajyerliğe başladığım günün üstünden 10 yıl  geçti. Bana en ağır his şuydu;  işte bu mesafeyi nasıl koruyorsun, hislerini nasıl dışarıda tutuyorsun sorusunun yanıtı bu galiba. Nasıl önleyemedim? Ben dokuz buçuk senedir en azından bir yerde, bir şey yazıyorum, bir şeyle o eyleme gidiyorum ve genellikle sahadayım. Çok fazla haber yazdım, çok fazla kişinin sesi olmaya çalıştım. Bu yük öfkeyi getiriyordu, bunu nasıl değiştiremedim? Bu gördüklerimi nasıl önleyemedim. Bu en ağır, en başa çıkılması zor histi. Çünkü öfkeyi bir kenara bırakmam gerekir, öfkelenirsem suçlayıcı ve yargılayıcı olurum ve tümüyle tek bir sebebe bağlayabilirim. Mesela iktidara bağlayabilirim tüm bu yaşananları ve o benim yine haberimin nesnelliğini etkileyebilir. Onu dizginlemeye çalıştım genelde. 

Antep’teki depremi gördükten sonra kendi yaşadığın şehir -İstanbul- için deprem endişesi taşıyor musun?

Ben Kurtuluş’ta yaşıyorum, sıralı ve yüksek evler var. “Şişli’de bir apartman”şarkılarından, işte  “Şişli’de bir apartmanda dairen var. Ne kadar da zenginsin” meselelerinden herkes bilir ki böyle sıralı sıralı apartmanlar vardır. Dün Kurtuluş Caddesi’nde eve doğru yürüyordum, baktım şöyle dedim. Yıkılırsa Kurtuluş Caddesi’ne girilmez. Bunu tahayyül ediyorum kafamda. Döndüğümden beri böyle senaryolar kuruyorum maalesef. Girilmez olur, zaten ben de aşağıda bir yerde olurum, enkazın altından haber yapmak da mümkün olmaz. Kafamda “Ya kimsenin sesi olamazsam”, “Sesimi alabilecek bir insan kalır mı?” diye kötü senaryolar… Tabii şu anda orayı yaşayıp gelmiş ve oradan etkilenmiş bir gazeteci olarak kurduğum senaryoları ve endişeleri anlatmak için söylüyorum, bunları düşünüyorum. Işıksız uyuyamıyorum, ışığı kapatmadan uyuyamıyorum. Gözümü kapattığımda aklıma özellikle Nurdağı’nda gasilhanede gördüğüm, ceset torbası denilen siyah-mavi poşetler içindeki cenazeler geliyor. Kefensizdi pek çoğu, cenazenin beklemesinden gelen koku vardı. Onları unutamadığım için uyuyamıyorum. Deprem endişesinden çok, binaların yıkılacağı endişesinden çok, o gördüklerim yüzünden endişeliyim. İstanbul’la ilgili mesela Maslak’a da böyle bakıyorum. Diyorum ki, bunun altından hiç kimse çıkarılamaz. Buraya kimse gelemez çünkü günlerce Nurdağı’nda yollar açılamadı. Belediye Başkanı Fatma Şahin her gün -bilhassa ilk dört gün- tweetler atıyordu “yol açıldı, yolu açtık”  diye. Çevreme bakıyorum, yol kapalı.  Yolu açamayacaklar diyorum, böyle bir endişem var. İstanbul için bırak enkaza varır mıyım, İstanbul’a varılamayacak diye endişeliyim.  

Peki orada bir gazeteci olarak yaşadığın zorluklar nasıldı? 

Kayıttan önce sana da söyledim. Şimdi biz gazeteciler halk adına soru sormak için varız. Şimdi biz o soruyu sormak için oradayken, bu halkın sesi olmak için halk adına oradayken şu bana çok hem ayıp hem de üzücü geliyor. Halkımızın önemli bir bölümü o günlerde özellikle enkaz altındayken gazetecinin ne ihtiyacı vardı? Benim ihtiyacım olmasın, en azından enkaz altında değilim. Ama tabii ihtiyaçlarımız yok mu, hayattayız ve bir şey yapmaya devam ediyoruz. Sorunu o nedenle anlıyorum. Bizim ihtiyaçlarımızın, halkımız enkaz altındayken bir önemi yok, bunu yineleyerek tuvalete gidemedik. O yüzden ben ilk kez işeme aparatı diye bir şey varmış ve kadınlar için ne kadar önemli olabilirmiş bunun farkına orada vardım. Bir işeme aparatı ihtiyaçtı benim için, çok önemli bir ihtiyaçtı. Kullanabilir miyim, nasıl çalışır bilmiyordum ama bir deneyebilirdim çünkü tuvaletimizi hiç yapamıyorduk. Günde bir kere falan tuvalete gidebiliyorsun, o da bir enkaz filan bulursan ya da akşam otele gittiğinde artık. O uyuyacağın ya da kalacağın yere gideceğin süreler boyunca bile tutman gerekir. Biz şanslıydık, otele gidebildik. Gidemeyen meslektaşlarımız oldu. Mesela eğer gidecek gazeteciler varsa outdoor kıyafet giymenin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu sahada fark ediyorsun. Çünkü çok soğuk hep hareket etmen gerekiyor. O enkazdan o enkaza koşman gerekiyor.  Montun, yağmurlukların ısıtmalı… Outdoor kavramının tümünü karşılayan bir şeyin ne kadar önemli olduğunu gördük. Ve son olarak  yemek benim için hiçbir zaman bir sorun olmuyor. Yani aç kalmıyorum, bisküvi de yesem oluyor, üzüntüden galiba. Şimdi düşünüyorum da şehirde daha çok, günde iki-üç kez acıkıyorum. Orada ben çok acıkmadım. Gördüklerin zaten utanmana neden oluyor. Ben niye şu anda yemek yiyorum ki diye düşünüyorsun. Son olarak ihtiyaç diye belirtilecek şeylerin başında tabii gazeteciler için powerbank ve lanet olası telefonun ve internetin çekmemesi geliyordu. Yani bunun çekmesinin bile sağlanamaması insanı çok kızdırıyor. Gazeteci için en önemli ihtiyaç haber verebilmek için internet ama GSM operatörü bunu sağlayamıyor. Lanet olsun, parasını da ben vereceğim ama çalıştır şunu lütfen! Ben beşinci günde filan artık yavaş yavaş bölgeleri öğrenmiştim. Şu mahallede çekiyor, burada videoları biriktirip Nurdağı’ndaki o mahallede haber geçiyordum haber merkezine. En önemli ihtiyaç buydu. 

Peki telefonun çekmeme sebebi bunun önüne geçmeleri mi yoksa  depremden kaynaklı mıydı? 

Açıkça söyleyeceğim. Beceremediler GSM operatörleri. Öyle bir kriz ortamı ki herkes internet kullanıyor, kullanıcı sayısı artıyor. Altyapı sorununu çözüp oraya internetin daha kolay ulaşabilmesini beceremediler. Şaka gibi ama öyle.