Lise değişim öğrencisi olmak ne demektir?
En basit tanımıyla, tanımadığın bir coğrafyada belirli bir süre zarfında yabancı bir kültürü deneyimlemektir!
Evinden kilometrelerce uzaktaki, yani benim durumumda olan biri içinse, dünya atlasının diğer ucuna, bir ülkeye tek başına gitmektir değişim öğrencisi olmak…
Nasıl mı?
Ailen, dostların, tanıdıklarınla beraber, ait olduğun her bir parçanı geride bırakırsın. Yıllarca biriktirdiğin anılarına ait birkaç parça eşyanı tek valize doldurup, yola çıkarsın. Dilini bilmediğin bir bilinmezliğe doğru adım atarsın.
Sonra yeni bir aile karşılar seni; belki adlarını telaffuz bile edemediğin insanlar kapılarını açar sana. Ya okul? Yeni okulunda seni karşılayan kimse olmayabilir. Tanımadığın yüzler ordusu okul koridorlarından akarken arkadaş edinmenin bir yolunu ararsın. Bu yeni yerde kaybolursun, bazen de kaybolmuş hissedersin. Anadilini konuşmayı özlersin. Konfor alanın mı? O artık çok uzaktadır.
Zaman ilerler. Ağır ağır. Çok ama çok ağır. Zaman… İlerler ve bir bakmışsın, sana gönüllü olarak evini açan bu insanlar, ailen olmuş. Tadına bakmaya ihtimal vermediğin yemekler favorin olmuş. Dünyanın her ülkesinden arkadaş edinmişsin; seyahat edersen kalacak evlerin olmuş. Kendi coğrafyanda yeri olmayan deneyimler, yepyeni kapılar açmış sana. Oradan geçmişsin. Konfor alanını geride bırakarak, hayalini bile kuramayacağın bir deneyime adım atmışsın. 15 yaş için ne tecrübe!
Evet, 15 yaşındaydım. AFS* sınavlarına başvurdum, gitmeye hak kazandım. Ülke tercihlerimi yaptım ve beklemeye başladım. Pek de yanaşmadığım, ailem istediği için tercih listeme eklediğim Amerika Birleşik Devletleri, bir sürpriz yaptı ve kabul mektubunu yolladı. Ancak bekleyişim bitmedi… Bu sefer host (ev sahibi) ailemin belli olmasını bekliyordum.
Gitmeme bir hafta kala e-mail çıkageldi, ailem de belli olmuştu! Bir hafta içinde, tanımadığım bu insanların evine yola çıkacaktım! İngilizcem iyi değildi. Değişim programının önerisi üzerine, en az iki hafta öz ailemle görüşmeyecek ve anadilimi konuşmayacaktım!
Gitmeme üç gün kalmıştı. Hazır mıydım? Evet… Hayır.
Siz hiç, bir yıllık valiz hazırladınız mı?
Ne koyulurdu bir yıllık valize?
Ben söyleyeyim size:
Her şey koyulabilir ve hiçbir şey sığmazdı o valizlere aslında.
Ömrün boyunca biriktirdiğin arkadaşların, ailen, çevren, anıların… Hiçbirisi sığmazdı o valize. Hatırlatacak bir şey almak istemeyebilirdin çünkü bu özlem demekti, çok hem de. Bu yüzden… Hatıraları canlı kılacak hiçbir şey almadım.
Bir valiz hazırlarken ne konulurdu içine? Gittiğin yerde kullanacağın eşyalarını alırdın yanına, bir de ya lazım olursa dediğin farklı durumlara uygun birkaç parça eşya. Gideceğim yerin iklimini bilmiyordum, hiç görmemiştim. Nasıl bir şeyle karşılaşacağımdan da emin değildim. Birkaç tişört, pantolon, oradaki aileme Türkiye’den birkaç hediye, bir ayakkabı, bir de not defteri aldım yanıma. O kadar… Neredeyse boş bir valizle yola çıktım.
Heyecanlıydım fakat gergindim de. Aileme bakıyordum, arkadaşlarıma da; hepsi benim adıma çok heyecanlılardı. Ben ise, bir bilinmezlikler denizine bırakıyordum kendimi. Akıntılar ele geçiriyordu bedenimi, boğulmuyordum ama sürükleniyordum. Hem de ne sürüklenme.
Uçağa binmek için havaalanındaydık. Pasaport kontrolünden geçtik. Arkama dönüp beni bugüne kadar yetiştirmiş insanlara son bir kez daha baktım. Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Bir daha dönüp bakamadım.
Fakat biliyordum.
Değişim öğrencisi olmak demek, bir hayatı bir yıla sığdırmak demekti.
Hayatının en güzel, en korkunç, en gergin, en anlamlı yolculuğuna çıkmak demek.
Asla unutamayacağın milyonlarca anı biriktirmek ve zaman içerisinde belleğin nankörlüğüyle unutulmaya yüz tutmuş her anı için ağıt yakmak.
15 yaşında uçağa binmemin üstünden altı yıl geçti. Bugünden geriye bakıyorum ve kendime soruyorum:
“Değişim öğrencisi olmak ne demek?”
Benim evlerinde kaldığım aile altmış yaşının üzerinde, görece yaşlı bir çiftti. Çocuklarını yetiştirmiş ve sonrasında yeni kültürleri tanıma tutkularıyla her sene farklı ülkelerden öğrenci ağırlamaya karar vermişlerdi. Ben ağırladıkları yedinci değişim öğrencisiydim. Bu konuda şanslıydım çünkü ailem oldukça tecrübeliydi.
AFS programında benimle aynı şehre düşmüş olan en yakın arkadaşım Vivian ise değişim yılı boyunca üç aile değiştirdi (fakat bu da çok normal, değişimin bir parçası).
Değişim programında her türlü olayla karşılaşabilmek mümkündü. Benim değişim yılımda, en çok zorlandığım olay ise ailemin kızının vefatıydı. Aniden gerçekleşen bir kazada, ailemin böyle bir kayıp vermesi, onların yaşadıkları kadar olmasa da, benim için de son derece sarsıcıydı. Onların yas sürecini atlatabilmeleri ve gerekli işlemleri düzenleyebilmeleri için, iki aylığına Vivian’ın yanında, onun ailesi ile kaldım. Bu da zor bir deneyimdi. Fakat bir yandan da en yakın arkadaşımla oda arkadaşı olmak gezginci tecrübeme inanılmaz güzellikler kattı.
“Host” diye tabir ettiğimiz bizi ağırlayan aile, gerçek anlamda ailemiz oluyordu. Onlara “anne, baba” diye sesleniyorduk çoğunlukla. Bazı aileler böyle seslenilmesini tercih ederken bazıları da öğrencinin isteği üzerine ismiyle de hitap edilmesini kabul edebiliyordu. Ben her zaman anne ve baba diye hitap ettim. Başlarda kendi ailem harici birilerine anne baba demek garip gelse de gerçekten bir aile ortamı yaratılınca kolaylıkla alıştım.
Ailemin, beni gelip geçici bir öğrenci değil de ailenin bir parçası olarak gördüklerini tam olarak hissetmem ise onların kayıpları sürecinde oldu. Cenaze sırasında sadece aile üyelerinin kabul edildiği bir süreçte, tam olarak emin olamayıp yanlarına gitmedim. Sonuçta bu çok özel bir durumdu ve mahremiyetlerine saygı duymalıyım diye düşündüm. Babamın kurduğu cümle ise beni bambaşka duygulara sürükledi: “Niye gelmiyorsun, sen ailedensin.”
Onlar benim ailemdi. Değişim programının bana kazandırdığı en önemli şey de buydu. Benim iki annem, iki babam vardı artık. Hâlâ düzenli olarak görüşüyoruz. Hâlâ sürekli beni merak ediyorlar. Dünyanın diğer ucunda olsalar da kopamayacak bağlarımız var.
Sadece bu da değil aslında…
Peki ne?
Ben, bir değişim öğrencisi olarak 15 yaşında Amerika’ya giderek, en çok kendimi tanıdım aslında.
Yabancı bir kültüre maruz kalınca, kendini, büyüdüğün çevreyi, yaşam koşullarını, belki dayatılmış kuralları, belki fark etmeden seçtiğin yolları dışarıdan bir gözle görebilmeye başlıyorsun. Alışkın olduğun normaller ortadan kalkınca, en ufak farklılıklar bile gözüne çarpmaya başlıyor. Telefona cevap verme biçimleri, kasiyerle yapılan küçük sohbetler, yemek yeme alışkanlıkları gibi detayların kültürü oluşturan temel taşlar olduğunu fark ediyorsun.
Bu dışarıdan bakış hem sorgulamaya hem de olduğu gibi kabul etmeye itiyor seni. Aidiyet ve ev kavramları bulanıklaşıyor. Belki de bir daha hiç netleşmeyecek şekilde bulanıklaşıyor.
Fakat bütün bunlarla vizyonun değişiyor, gelişiyor. İlgi alanların farklılaşıyor. Tenezzül etmeyeceğini düşündüğün hobilerin oluyor mesela, farklı bir coğrafyanın sana kattığı hobiler. Beraberinde hedeflerin değişiyor, belki çok yükseklere çıkabileceğini görüyorsun. Benim durumumda ise alçakgönüllülüğü öğreniyorsun çünkü nelerin seni mutlu ettiğini keşfettikçe, nelerle yetinebileceğini görüyorsun.
En önemlisi, kendi ayakların üstünde durmayı öğreniyorsun. 15 yaşında, tek başına, Amerika’da, hayatta kalmanın yollarını… Geri döndüğünde önüne çıkabilecek sorunlarla baş etmek eskisi kadar zor gelmiyor. Bambaşka birisi olarak dönüyorsun. Aynaya bakıyorsun…
Ayna güçlü, kendini ve isteklerini tanıyan, özgüvenli birisini yansıtıyor.
* AFS (American Field Service), 1947’den bu yana faaliyet gösteren uluslararası öğrenci değişim programı