Lale Hanım’a “Hoş geldiniz,” dedim. Kıyıda sarıldık birbirimize. O, “Yağlıyım,” dedi heyecanla yaklaşırken ikirciklenip. “Ben de yağlıyım,” dedim. Heyecanın köpüğünü kaçırmak olmazdı.
Lakırdıların ardı arkası kesilmiyor, bir çuvaldan boşalırcasına akıp gidiyordu dilimizden.
Geride bıraktığımız upuzun kışı bir iki sözcükle anlatıp bitiremiyorduk ama, deniz de kaçırılmayacak denizdi hani. Şıkır şıkır, içimlik su gibi berrak, kristal, saydam, dışarının bunaltıcı sıcağına inat, serin, ferah çağırıyordu: “Hadi gel, hadi gel!”
Arkamı döner dönmez Lale Hanım’ın yanında incecik, uzun boyunlu, narin yüzlü bir oğlan çocuğu bitiverdi kırmızı mayosuyla. Dokuz on yaşlarında vardı. Evden çıkmadan sürülmüş güneş kremli omuzları, narin bedeninin henüz bu yazın güneşini görmemiş beyazlığında parıl parıl parlıyordu.
“Hoş geldiiiin!” diye karşıladı Lale Hanım çocuğu.
Bana döndü. “Tanıştırayım sizi, böcekçi çocuk bu,” dedi. “Çok özel bir çocuk. Onu gördüğümde nasıl ağlıyordu bilemezsiniz. İçini çeke çeke, ‘örümceğim öldü,’ diyor, gözyaşlarını akıtıyordu. Ben çok etkilenmiştim o hâlinden.”
Börtü böcekten hiç hazzetmeyen Lale Hanım’ın, böcekçi çocuğun böcek sevgisinden dolayı çocuğa ayrı bir yakınlık duyması ilginçti. Çocuğun sıra dışı tutkusu, sıradanlığa karşı bir seçimi gibiydi sanki.
Duyarlı, ince, zarif yüzüyle bedeninin kırılgan yapısını doğanın boyadığı uçuk renkler, böcekçi çocuğun sanki içinin görünmesine neden oluyordu, saydam zar gibiydi teni.
Havlumu şezlonga yayarken banyoda dört beş gündür gördüğüm örümcekten söz ettim ben de böcekçi çocuğa.
İlgiyle dinlediğini görünce de ismini sordum, Ata Emre’ymiş.
“Ata Emre,” dedim, “bizim banyoda da köşeye sığınmış bir örümcek var. Öylece duruyor günlerdir. Kendi ördüğü ağının içinde yaşıyor. Bazen bakıyorum, yok. ‘Gitti,’ diyorum. Ben bunu aklımdan geçirir geçirmez sanki onu düşündüğümü anlamış gibi, ansızın ortaya çıkıyor ama hep aynı yerinde. Ben duş yapmak için kabine girmeye yeltendiğimde görünmez oluyor, gitti sanıyorum. Sonra bir bakıyorum yine orada, dantelden ağının içinde. Geçen sabah, beni güzelim uykumdan uyandıran sivrisineklere söylenerek banyoya girdiğimde elimdeki sinek ilacını fıslatacağım sırada, örümcek bir de baktım ki, hoooop yok oldu. Ona kırgın kırgın ‘Hani ağına düşürecektin,’ dedim ‘sivrileri…’ Mahcup oldu zaar, çaktırmadan sıvışıp duş kabininin pervazının kuytusundaki yerinde görünmez oldu.”
Böcekçi çocuk benim örümceğimi hiç ses etmeden dinlerken şezlongu bağladığım zincirin şifreli kilidiyle çok ilgilendi, evirdi çevirdi, oynadı, hoplatıp zıplattı, oyalandı.
Ben sustuktan, işimi bitirip şezlonga uzandıktan sonra konuşmaya yeniden başladı. Belli ki gitmek istemiyor, denize arkasını döndüğüne göre gizemini koyulaştırmayı seçiyor gibiydi. Tarantulasından sonra minik bir yılanının olduğunu, yılanın yakınlarda beklenmedik bir şey yapıp elini soktuğunu, olağan ama bir o kadar da varlığını tartışmasız zirveye sıçratan sakinlikle söyledi.
Böcekçi çocukla kurduğumuz sohbetin koyuluğundan, çoktan unuttuğumuz Lale Hanım, güneşlendiği şezlongundan doğrulup yüzünü ekşiterek “N’aptınız? Zehir iğnesi falan yaptırdınız hemen tabii?” diye sordu.
Sesinde endişe ve korku vardı.
Böcekçi çocuk, uçuk-soluk rengine uyumlu dinginliğiyle, o âna kadar hedefleyip de yaratmayı beklediği heyecan dalgasını yakalamıştı. İçinde bütün yaylılar çılgınca figan ediyordu şimdi.
Kayıtsız ama hafiften kurumlanarak “Yoooo,” dedi sadece.
Yaptırmamışlar iğne falan ama sokmuş işte basbayağı minik yılan onu.
Şifreli kilitle oynamayı bıraktı, duraladı, ağır metali hızla kuma fırlattı. Şifreli kilit yumuşak kumun içinde “flop” edip bir çukur açtı, içine girdi.
“Gözler önündeyken alıp götürse, ayıp olur” hâlinin bir önceki denemesi gibiydi. Karara zaman kazandırmak, kararsızlığa pabuç bırakmamak içindi kilidin meydan okurcasına savrultulması. O böcekçi çocuktu, olsundu.
Her yanı fıldır fıldır oynak dönek kilidi, şezlongların başkaları tarafından çalınmasından ya da kırılıp dökülüp tahrip edilmesinden bıkıp usanıp, zincirle ağaca kilitlemekle çözüm bularak rahat ettiğimi anlattım.
Biraz mahcup, kilidi gömüldüğü kumun çukurundan çıkardı, temizleye temizleye bana uzatırken “Sizin olduğunu bilmiyordum,” dedi.
Birbirimize böcekleri anlatmak üzere sözleştik. Ben denize yürüdüm, o da dedesine…