İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Kapının zili çaldı. Şalını omzuna dolayıp terliklerini ayağına geçirene kadar gitmişti kapıyı çalan ama kapı kolunda beyaz minik torba salınıp duruyordu. 

Yepyeni asıldığını belli ederken rüzgârın iteklemesiyle de duraksamadan aldı ve baktı.

Bir kese kâğıdı içinde, ılıklığı hâlâ üstünde iki simit göz kırptı ona. Tazeydiler, canlıydılar.

Çayını demledi, kedisine her sabah olmazsa olmaz kaymağını verdi, kuruldu minik parçalara böldüğü buram buram kokulu simitlerinin başına.

Bir yandan ilk lokma, ilk yudumla çayından aldı, bir yandan da gittikçe koyulaşan havayla bahçedeki ağaçların sallanan yapraksız dallarına gözleri daldı. Yaza kadar örttükleri bahçe masasının yeşil brandasının üzerinde yansıyan su birikintilerindeki yağmur damlaları, içine içine yağıyordu sanki.

Yaza devrilen sıcak bir bahar gününde, teyzesinin, evlerinin önünde uzanan toprak yoldaki silüeti belirdi gözlerinin önünde.

Yolun caddeyle kesiştiği yerde minibüsten inmiş, onca yolu yürümüş, işte onlara misafirliğe geliyordu.

Ne kadar sevinmişlerdi, iki kız… Anneleri yıl sonu sınavları nedeniyle okuldaydı. Kim bilir ne zaman işi biter de dönerdi eve. Giderken küçük kardeşlerini de yanına alıp götürmüştü niyeyse.

Teyzelerini sevinçle karşıladılar, içeri buyur ettiler. O da her zamanki gibi, kenarları oymalı ahşap koltuk bozması, yorgun ama vakurluğundan ödün vermeyen sandalyeye oturdu. 

Yine tül gibi ince bronz rengi çorapları özenliydi. Kendi becerisiyle broştan kolyeye dönüştürdüğü bol taşlı elmas buket de göğsünde salınıyordu.

Alnındaki hayali saç tellerini alımlı el hareketiyle geriye itip hafiften bir “ohh”la yeni yeni bastıran sıcakların rahatsız ediciliğini dillendiriyorsa da birikip katılaşmış başka iç bunaltılarını da koruyup kolluyordu her zamanki gibi teyzeleri.

İkisinin de sevinçli yüzlerine ayrı ayrı baktı, tepeden tırnağa süzdü. Gözlerinde ölçülü biçili, asla fazla olmaması için özen gösterdiği, dozunda gülümsemeyle “Nasılsınız bakalım?” dedi. 

Oturmayı kararlı sürdüreceği belliydi teyzelerinin ama tül çoraplı bacaklarının baldırlarını sıvazlayarak, sandalyenin tekinsizliğine önlem alma gereği duyuyordu tedbiri elden bırakmayarak.

Ezkaza eskimiş ahşabın kıymık saldırısını yakalarsa, “p”leri sakınmasızca baskın “po po po”larıyla, kaçamak Makedon göçmeni diliyle çoraplarını kayırıp ahşabın yılışık saldırısını aşağılamaktan geri kalmıyordu… “Po po po…”

Derken, toprak yolun tozunu dingin öğlenin sıcağıyla daha çok hissettiren bir ses yankılandı kulaklarında. 

“Simittt!” diye sesleniyordu simitçi. Övüyordu bir yandan da.  “Öğle çıtırları bunlar!” diyordu. Gür sesi delikanlılara has, sakınmasız naralıydı ama namesi de eksik değildi hani.

Teyze kızlara baktı, kızlar da birbirlerine… 

Tekinsiz, oymalı, yaşını başını almış sandalyesinde, tetikte ve temkinli oturmayı kararlılıkla sürdüren teyze çıtçıtlı, klipsli çantasını çıt diye açmış, çantanın aynısının küçük kopyası olan çıtçıtlı klipsli cüzdanını çıkarmış, içinden şıngır mıngır paralardan tutmuş kızlara uzatıyordu işte.

“Simitçiyi çağırın, yavrum,” dedi yüzüklü elini uzatmayı, paraları tutmayı sürdürerek.

Kızlar koştular, kapısı ardına kadar açık balkona. Balkon kapısı, sezonluk açılışını yeni yapmış, artık güz gelene dek kapanmama kararlılığıyla mutlu, kızları gıcırtılı reveransıyla attı dışarı. Güneşin gölgede bıraktığı hanımelili tırabzana yapışıp seslendiler: “Simitçiii!” 

Simitçi duydu onları, başının üstünde taşıdığı tablasıyla belinden döndü o tarafa. Tek koluyla tuttuğu tabla dengede, başı sabit, gözleri simitler kadar tazeydi.

“Haydi bakalım,” dedi teyzeleri, “burada üç simit parası var.”

Her zaman arap sabunu kokan merdivenlerin serinliğini, kabaran eteklerinin altından bacaklarında duyarak indiler aşağı. 

Kapının önünde, tablasını koluna takarak dolaştırdığı rahlesini çoktan açmış, simitleri örten siyah örtüyü kaldırmıştı simitçi.

Kızlar, gözleri simitlerdeyken teyzelerinin sesiyle başlarını kaldırdılar. Elmas kolye, hanımelili balkon korkuluğundan rengârenk ışıklarla salınıyordu. 

“Şu ikisini veriver.” İri taşlı gül yüzüklü elinin işaret parmağı, seçilenleri gösteriyordu işte.

Aşağıya eğilmiş başında gür bukleli, büklümlü saçları şöyle bir yansıdı soldu öğle ışığında. İçeri girdi teyze, nazlanan balkon kapısının eşiğini geçerek.

Kızlar geldiğinde yine emektar şakayık oymalı sandalyesindeydi.

Annelerinin her zaman yaptığı gibi, mutfakta kırmızı-beyaz kareli örtülü ekmek sepetine koymuşlardı özenle simitleri kızlar. Teyzelerine uzattılar. 

Simitlerden birini ortadan ikiye böldü teyzeleri.

“Bunlar sizin,” dedi, her iki eliyle tuttuğu yarımşar simitleri ikisine uzatıyordu.

İki tam simit ise, teyzelerinin kucağındaki kareli örtülü sepetin içindeydi.

Ben öğle yemeği yemedim de…

Diğer elinin parmağındaki de anneannelerinin mekik yüzüğüydü, tanıdılar…