Galiba 2023 yılıydı. Ya da ona öyle geliyordu. Billur Çayı yine bir huzursuzdu o gün. Yüreği yalanlara dayanamayan o kadınlar gibiydi. Nicedir böyleydi esasen. Düşmanını gördü, adamı, o eski hâkimi, helikopterle tepesine bineni. Üzerindeki sular gerildi. Hemen yanı başında yükselen darağacı kılıklı tahta yığınına şaşkınlıkla baktı.
Artık iyice yaşlıydı adam. Karısını, yadigârını kaybedeli uzun zaman olmuştu. Ama hırsı, özellikle de politik hırsı yerindeydi. Konuşmaya gelmişti bu diyarlara. Konuşmak, temsil ettiği muhafazakâr liberal parti adına bolca vaat sunmak ve elbette yakın bir zamanda gerçekleşecek seçimler için –yine- taze oy toplamak demekti. Oy potansiyelinin ne olduğunu bilirdi adam. Yasaları da bilirdi elbette. O, ağzı ne laf yapan avukat ve hâkimdi geçmişte, hem de ne! Adaletin ne olduğu kadar ne olmadığını da çok iyi bilirdi. Elbette suçluyu aklamayı da. Yıllar önce atılan temellerle başlattıkları ıslah projesinin kahramanı olan Billur Çayı’nı basın mensuplarının da eşlik ettiği bir heyetle, yarım saatliğine teftiş edeceklerdi. Yine de “ziyaret” adlı bu teftiş, öyle boş boş olmazdı elbette. Ancak iş aceleye gelmişti, besbelli yöre halkı da hazırlıksız yakalanmıştı. Balonların hepsi şişirilememiş, kurdelelerin bağlanacağı kazıklar çakılamamıştı. Zar zor bir kürsü inşa edilmişti çayın yanına. Ne kadar sağlam olduğu ise su götürürdü!
Adam, yine de, gürültü patırtıyla geldi Billur Çayı’nın kenarına. Tansiyonu ne zamandır yüksekti, siyasetin gerginliğinden bunalmıştı ve öğleden sonra Ankara’da katılması gereken “Anayasa değişikliği” ile ilgili toplantı midesini bulandırıyordu. Kaldı ki, bir derdi daha vardı. Son günlerde, ne hikmetse, rüyasında sislerin içinde kalıyor, etrafında kanat sesleri duyuyor ve sürekli olarak suda boğulmuş bir kadın cesediyle boğuşuyordu. Kimdi, neyin nesiydi bu kadın? Geçmişini yokluyor, bir türlü bulamıyordu. Yüzünde tikler artıyordu. Yine de siyaseti iyi bilirdi adam. Siyasetin ne olduğu kadar, ne olmadığını da. Etrafına toplanan insanlara baktı, sonra da çevresini saran basın mensuplarına göz attı. Her şey hazırdı ve yıllardır otomatiğe bağladığı konuşmasına o zaman başladı.
“Sevgili…” dedikten sonra duraladı. Neredeydi sahi? Bu yörenin adı neydi? Hafifçe başını çevirip danışmanına baktı, onun da bir şey bildiği yoktu belli ki, anca zevzek zevzek gülümsüyordu. “Sevgili halkım,” diye düzeltti kelimelerini nihayetinde. “Sevgili halkım…”
Ve konuşmasını iştahla, bu iştaha kendi de şaşarak, yeri göğü inleterek yaptı. Eğreti kürsü de coşmuştu. Garç gurç ediyor ama parçalanmayarak, o da, adam gibi sevgili halkını çok sevdiği izlenimini veriyordu. Billur Çayı’nın ise kafası karışıktı. Hiçbir şey olmasa da yatağına bırakılan kadın bedenlerinin yıllanmış öyküleri öyle demiyordu çünkü. Billur Köprüsü’nden atlayan ve efsanelere konu olan kadınlar geliyordu aklına. Sonra Hadiye… Ya Hadiye? Hadiye’nin davasında, ona tecavüz eden kuzenlerinden yana çıkan hâkim değil miydi bu adam? Hadiye’yi boğan enişteyi savunan şu adam?
Adam konuşuyordu. Danışman memnun, basın mensupları keyifli, dinleyenler adamın coşkusu karşısında hafif şaşkın.
Billur Çayı ise, kendinden habersiz, kendine çizilen ıslah kaderine bir kez daha lanet okumakla meşguldü o sıra.
Buraya kadar adamın cephesinde her şey iyiydi. Sıra özgürlükler bölümüne gelmişti. İşte o zaman gökyüzüne uçurulacak güvercinlerin yeterince eğitilemediği anlaşılacaktı. Ancak bu, ne yazık ki, kafeslerin kapakları açılınca güvercinlerin, havaya uçmak yerine doğrudan adamın üzerine hücum etmeleri sonucunda geç keşfedilen bir bilgi olacaktı. Ve adam nutkunun eksik kalmasına, tikleriyle cevap vermeye başlayacaktı. Özgürlük tik, eşitlik tik, kalkınma tik, adalet tik, vatan tik, iki bin hektar araziye su kazandırılması tik, şey, kadın filan hakları tik de tik…
Garç gurç eden kürsüden sağına soluna bakınacak, bir sis tabakasıyla kaplandığını hissedecekti o zaman adam. Ve o da ne? Billur Çayı, bedeniyle ölü bir kadın gibi arkasında uzanmış yatıyor olacaktı, öylece.
Çok Özel İsimler Sözlüğü adlı kitaptan, Can Yayınları, 2017